Altıncı Bab: Habil’den Sonra Kabil

Dünya boş, bomboş, kardeşimi öldürdükten sonra daha da bir boş geliyor gözüme. Herkes perişan, mutsuz, bir katilin insafına kaldıklarının farkındalar. Tedirgin, tetikte ve en önemlisi ne cevap vereceklerini bilmedikleri için korkuyla karışık bir bekleyişte sessiz sessiz yaslarını tutuyorlar. Tanrı beni lanetlediğinden beri, yaslara inanmıyorum, ölümüm yavan bir cehennem yolculuğu olacak, bu belli.

Babamın cennetten neden kovulduğunu hiç anlayamadım, bize neden zulmettiğini de. Onun bir ürünü olan çocuklarına, yani bize, sanki onun kovuluşunu kesinleştirmişiz gibi kısık gözlerle bakardı. Dünyayı sanki cennetin çok kötü bir taklidiymiş gibi izlerken, bize de sanki kendinin çok kötü taklitleriymiş gibi bakardı. Siz olsaydım, der gibi bir bakışı vardı, siz olsaydım yaşamak istemezdim. Yine de yaşardık. Bu huyunu suyunu bilmediğimiz fakat cennetten kovulduğumuz için mahsur kaldığımız kara parçasında, yaşam sürmek zorunda olan bir oyun gibiydi hep. Ve her şeyin üstünde, altında, yanında yöresine tanrı vardı. İnsan kendinden dahi kaçabilirdi, Allah’tan kaçamazdı. Nesnelerin isimlerini babama öğreten, onu cennetinden kovan, şeytanla iddiasında insanı bir tür puan bellemiş olan tanrı, her an her yerdeydi. Ama göze görünmezdi. İşin sınav tarafı tam da buradaydı.

Çiftçilik bana, çobanlık abime, bizi kısılmış gözleriyle yoğura yoğura izleme işi de babama kalmıştı. Sabah evden çıkıp gündelik işleri hallederken bazen, ortada hiç sebep yokken bir tepeye baktığımda, babamı beni izlerken buluyordum, sanki yanlış yaptığım bir şeyler vardı sürekli, bakışlarında bilmediğim bir nefret var gbi geliyordu. Geleceği önceden göremeyeceğini kendi söylemişti, oysa sanki sürekli bir geleceği izlermiş gibi bilge bakışlarıyla insanın zamanını okuyordu. Kimin katil olacağını mı kestirmeye çalışıyordu, kimin ona layık olacağını mı, bunu anlamak mümkün değildi. Bazen durup dururken cennetten bahsederdi, annemi uzun uzun izler, sonra gözlerini bizim ikizlerimiz olan İklima ve Lebuda’ya çevirirdi. İklima anneme daha çok benziyordu. Gözleri yapraklar gibiydi, ya da biçimli taşlar gibi. Lebuda ise benim ikizim olmasına rağmen abimle aynı yüzü taşırdı. İkisi aynı anda güldüklerinde sanki iki Habil gülüyor gibi olurdu. Sesleri bile benzerdi. Oysa İklima… O çok başka bir gülüşe sahipti. Cennet anlatılırken oradaki melekleri ne zaman hayal etmeye çalışsam, aklıma İklima’nın yüzü geliyordu sadece. İklima’nın yüzü ve biçimli taş gözleri.

Akşam yemeklerinde toprakla uğraşmaktan yorgun düşmüş olurdum. Habil ise hayvanlarını bir şekilde ehlileştirdiğinden onları otlağa götürüp bir ağacın altında uyurdu. Toprak asla söz dinlemezdi. Babam Habil’in parıldayan gözlerinde huzur bulup bir şeyler anlatırken bana dönüp sanki uykusuzluğum benim suçummuş gibi bakardı. Ben de Habil gibi dinlenmiş gözlerle cenneti ve dünyayı dinlemek isterdim, fakat bedenin hükmü tanrının hükmü gibidir, kesin ve değişmezdir. Bedeniniz uyumak isterken kulaklarınız dinlemek istemez, onlar da uyumak ister. Gözlerimi sonuna kadar açıp, kanlanana kadar yanlarında dururdum. Yine de hikayenin bir yerinde ateşin başında uyuyakalırdım. Uyandığımda benden birkaç adım uzakta uyuduklarını görür, derenin kenarında yüzümü yıkayıp işimin başına dönerdim. Toprak ihmal etmeye gelmez, bütün verdiklerini tek hatanızda geri alır. Tek hata, bazen tek hatanın bütün bir mahsülü mahvettiğini görmenin bana çok şey öğrettiğini düşünürdüm. Tek bir hata sizi cennetten de kovabilir, cehenneme de gönderebilir… Hep tetikte olmak gerekir. Habil ise hata yaptığında, genelde, bu hata hayvanların hatası olurdu. Kontrol edemediği bilinçsiz varlıklar, elden ne gelir. Babam onunla doğa ve bilinçle ilgili muhabbetler ederdi, uzun uzun konuşurlar, sonra uzun uzun susarlardı. Sanki susarlarken bile bir tür muhabbet olurdu aralarında. Bana hepi topu on şey anlatmıştır, bunların dokuzu toprakla ilgilidir, biri de kurbanla.

“Allah’a bir kurban getireceksiniz,” dedi bir gün, “bu ruhlarınızın kefareti olacak.” Habil hemen gidip en besili hayvanını seçti. İşi o kadar kolaydı ki, insanın gerçekten inanası gelmiyordu. Gidip sürüdeki en şişman koçu getirdi ve babama, “Bu inancımın temsilidir, en değerli hayvanım Allah’a kurban olsun,” dedi. Ben henüz hasat yapmamıştım. Tohumlarım yarı büyümüş haldeydi. Gidip ikinci büyük hayvanı seçsem, ben de kolaya kaçmış olacaktım. Beş gün boyunca bölgede ne kadar güzel meyve varsa aradım, aksi gibi birkaç tanesi hariç hepsi ya çürümüş ya olgunlaşmamıştı. Hepsi de ulaşması zor yerlerdeydi. Ağaçlara tırmandım, toprakları eşeledim, beş gün boyunca bakmadığım dip köşe kalmadı. Yine de istediğim gibi bir kurban bulamadım. En sonunda sazlardan bir sepet yapıp topladığım meyveleri içine koydum. Kurban için belirlediğimiz alana götürdüm. Kollarım çizikler içinde kalmıştı. Bütün aile alanda toplandık. İklima yara bere içinde kalmış bedenime bakıp, küçümser gibi gülümsedi. İçimden, kurbana da tüm bu aleme de lanet ettim. Habil’inki kadar kolay bir iş değildi benimki. Cennet, kolumdaki çiziklere bakıp beni küçümsemişti. Sonunda babamın ağzından hiç unutmayacağım o cümle döküldü, “Habil’in kurbanı kabul edildi, Kabil’inki ise edilmedi.”

İçimde nereden geldiğini bilmediğim bir ateş filizlenmeye başladı. Anlam veremiyordum. Uğraşıp didinip topladığım bu kadar şey nasıl kabul edilmemişti? Habil gözlerini babamdan alıp bana çevirdi. “Kardeşim,” dedi, “Allah seni uyarıyor, kız diye değil, daha iyisini yap diye.” Allah’ın kurbanımı kabul etmeyişinin ateşi bir yana, abimin bu üstten bakan övünen sesiyle bana “söz”ü yorumlayışının yaktığı ateş asıl sonumu getirdi. İçimde daha önceki bütün hislerimin toplamı bir nefretle hareket eden küçük bir şeytanın doğduğunu sezdim. Taşı ne ara kaldırdım, Habil’in kafasını ne ara ezdim, hatırlamak güç. Fakat kafamı kaldırdığımda, herkesin bana şaşkın şaşkın baktığını hatırlıyorum. Habil’in kanı yerden fışkırıp konuştu. Beni lanetledi. Cennete bir daha hiç giremeyeceğimi anladım. “Allah’ım,” diye yalvardım göğe acı acı, “insanların beni öldürecekler!”

Tam da bunu söylediğimde, babam konuştu. Allah, “Kabil’i öldüren yedi kat misliyle lanetlenecek,” buyurdu. Böylece öldürülmekten kurtuldum. İklima’nın kolundan tutup sürükleyerek koşmaya başladım. Lanet falan fayda etmez, illa beni öldürürler, diye düşündüm. Günlerce kaçtım. Günlerce İklima’nın ağlayışını dinledim. Zaman geçti. Çocuklarımı izledim, tıpkı babam gibi, keşke yaşamasaydınız kısılışıyla.

Dünya boş, bomboş. Abimi öldürdüğümden beri daha bir boş geliyor gözüme.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: