
“Başka bir mezar daha,” dedi ağlamaklı bir sesle, “bu hafta üçüncü oldu.” Yanındaki arkadaşı, onu sakinleştirmek için omuzlarına ellerini koydu. “Sakin olmalıyız,” diye fısıldadı, “amacımızı unutmamalıyız.” Doğru, amacımızı unutmamalıyız, fakat amacımız birilerinin ölmesini engellemek değil miydi? Neden mezarlar ardına mezarlar kazıyoruz, bu ıssız lanet yerde?
Kabran Dağı, ismini aldığı bölgenin en yüksek dağıydı. Milattan önce, Kral Kabran, hiç oğlu olmadığı için endişelenmeye başlamış. Bölgedeki en yetenekli, en işine haiz şifacıları toplayıp, eşlerine ilaçlar hazırlamalarını emretmiş. Yirmi dört kızı olan Kabran’ın hayattaki yegane gayesi, tahtını bırakabileceği bir oğlana sahip olmakmış. Günlerce danışmadığı büyücü, içmediği ilaç, çaput bağlamadığı ağaç kalmamış. Yine de bir erkek evlat sahibi olamamış. En sonunda, şifacılardan biri, sorununu tanrıyla çözmesi gerektiğini söylemiş. Kabran Dağı’nın tepesine çıkıp, dualarla yakarırsa, belki tanrı ona bir erkek evlat verebilirmiş. Kral, çaresizlikle kabul etmiş bu öneriyi, yanına yetecek kadar erzak alıp yola çıkmış. Kabran Dağı’na (o zamanlardaki adı Nebbur-Estar) çıktığında, karşısında üç insan boyunda bir alev çıkmış. Alev konuşuyormuş. “Ey kibri küçüklüğünden, nefreti sevgisinden,” ve son cümleyi göklerce yankılanacak kadar tok söylemiş, “gücü güçsüzlüğünden doğan insan… Ne istiyorsun benden?”
“Senden bir oğul istiyorum,” demiş Kabran, titreye titreye, “benimle bitmesini istemediğim geleceğimi istiyorum senden.” Dizlerinin üzerine çökmüş, yalvarmış yakarmış, iniltileri aşağı köylerden dahi duyulur olmuş. Günlerce, gecelerce sürmüş bu. Sonunda dağın tepesinden elini tuttuğu üç yaşında bir erkek çocukla inmiş. Çocuğun adını “Marduk” koymuş. Kabran’ın çocuğunu tanrıdan bir hediye olarak görenler de var, küçük köylerden çalınmış bir çocuğu kraliyet varisi olarak kabul ettirmesinin tek yolunun böyle bir hikaye uydurması olduğunu düşünenler de. Bilinen şu ki, o günden sonra Nebbur-Estar Dağı, Kabran Dağı olarak anılır olmuş.
Nesiller geçmiş olsa da, bu dağ hala, iktidarın devamlılığını sağlamak için elinde tutmak zorunda olduğu yegane bölgedir. Kral Kabran nasıl ki çocuğunu bu dağdan almıştır, sonrasında gelen tüm iktidarlar da bu dağda sınanır. Erkek çocuğu olmayan bir kralın küçük oyununu süslemek için uydurduğu bir hikaye de olsa, bir toplumu birbirine bağlayan en önemli şeyler, inandığımız ortak hikayelerden öte nedir ki? Bu yüzden şu an önümde en yakın arkadaşının ölümüne ağlayan kadının bir bar toplantısında, yanıma sinsice yaklaşıp, “arka taraftaki toplantıya senin de katılmanı istiyorum,” demesiyle; on üç ay sonra, elli altı yoldaşı gömdüğümüz bu dağda çıktığımız devrim yolculuğunun son noktasına bağlanışını, bu noktada ancak parça parça birleştirebiliyorum kafamda.
Bardaki toplantıda kalıp laflar edilmesine rağmen etkileyici bir yan vardı. Evet, ülke kötü durumdaydı, herkes mutsuzdu. Düşününce, bu cümleye uymayan bir zaman olmuş mudur, sanmam. Ülkeler her zaman, az ya da çok, kötü durumda ve mutsuzdur. İçinde mutsuz bir potansiyeli taşıyan ve mutlu gibi yapmaya devam ederse can güvenliğini sürdürebileceğini düşünen, yalandan mutlu bir topluluğa inatla “halk” demiyor muyuz çoğu zaman? Bir halk ancak rol yapabilme kuvvetince bir arada kalabilir, hikayeleri kadar ilerleyebilir. Birbirine inancı bitmiş, hikayeleri eskimiş, oyunları sıkıcılaşmış bir halk… Yolun sonuna gelmiştir.
Biz de yolun sonunda yapılması gerekenleri, yani yeni yolun nasıl açılacağını belirleyecek olan yüce grup bellemiştik kendimizi. Kolluk kuvvetlerine güvenilemezdi, siyasetçiler yalancı ve ahmaklardı, hakimler kendilerine dahi hakim olamıyorlardı… Buna benzer onca şey. Her an her ülkede en az on masada konuşulan meseleler… Fakat bizim küçük bir farkımız vardı; silahlarımız ve eylemlerimiz.
Elime ilk kez yoldaşlık dövmesini yaptırdığımda, içimden fışkıran o güçlülük hissine bir türlü inanamadım. Sanki yumruğum artık bin yumruk gücündeydi. Kalbimin ne kadar hızlı attığını hatırladıkça ürperirim hala. Ne kadar saf ve temiz bir ülkü uğruna, ne kadar pislik ve kanunsuz bir yoldan gidildi, ne yazık. Oysa, zararsız devrim düşünülemez. Mevcut düzenin de bir önceki düzenin kanları içinden doğduğunu biliriz. Fakat, sanki, “hayır bu içinde olduğumuz düzen, pamuk şekerler ve danslarla kuruldu,” deriz neredeyse. İçinde olduğumuz evin bir zamanlar hayvanlara ait o doğa parçası olduğunu kabul etmek istemeyiz. Zamanın başından beri bir düzen ilerleyen hayatlarımızın değişeceği o nadir zamanlarda, eski hayatımız sanki daha eski bir düzenden koparılmış bir yeni düzen değil de, tanrının yaratıp mükemmelleştirdiği bir oluş hali yaşayışı gibi gelir.
Kısacası, konforumuzu bozmak istemeyiz. İçinde bulunduğumuz eve balyozla dalıp, “ben daha iyisini yaparım,” demek zor gelir. Olduğu hali zaten iş görüyordur, birkaç düzeltmeyle güzel dahi olabilir; şu balyozu elimizden bıraksak, her şey daha iyi olmaz mı?
Hayır, biz balyozu sıkıca kavrayıp, onu sadece eve değil, komşulara da vuranlar olduk. Hayatımı geri dönülemeyecek bir yola adayacağımı o ilk bar toplantısında dahi biliyordum. Eylemsizlikten, koltuğumda debelenmekten, sonu gelmez tartışmalardan bıkmıştım. Yeni bir dünya istendiği ortadaydı, biz de o dünyayı kuranlar olacaktık. Yetinmek, ancak kölecen bir itaate sahip küçük insanların yurdu olabilir, biz kan ve zaferlerin askerleriydik; belki istediğimiz gibi olmayacaktı, fakat başka kimsenin de istediği gibi olmasına izin vermeyecektik. Bu amentü ile Kabran Dağı’na çıktık ve orada yaşamaya başladık.
Çoğu zaman çatışmalar sabaha kadar sürer, gün içinde dururdu. “Mezar saatleri” derdik böyle zamanlara. İki taraf da ölülerini toplar, yemek yer, dinlenirdi. Mühimmat az, silah daha da azdı. Erzak gün geçtikçe azalıyordu. Saklanacak yerler azalmıştı. Fakat devrim, bir şekilde sürüyordu. İnsan devrimi düşününce aklına birkaç günde olup biten, hızlı ve güçlü bir imge geliyordu. Aslında o kadar yavaş oluyordu ki olanlar, içindeyken sıkılıyordunuz. Çoğu geceler azıcık eşelenmiş topraktan bir yatakta uyurken, “bunlara gerçekten gerek var mıydı,” diye sorgularken buluyordunuz kendinizi. Niye geldiğinizi unuttuğunuz, beraber geldiklerinizden nefret ettiğiniz, her şeyi bırakıp teslim olmak istediğiniz zamanlar oluyordu. Sonra, küçük bir şey, neden burada olduğunuzu hatılatıyordu size. Örneğin, bir arkadaşınızın babasının işkenceyle öldürülmüş olduğu haberi geliyor; dolan gözlerinizi saklamaya çalışarak, el ayalarınıza tırnaklarınız geçmiş bir halde ayağa kalkıp silahınızı temizliyordunuz. Çünkü, size ilk kez insan gibi davranmış, evinde yemek yediğiniz o adamın kaybı, tam da devrimin bir daha olmasını istemediği şeylerden biri oluyordu.
Gün doğarken Kabran Dağı’nın manzarası harika olurdu. Sanki bir an iki taraf da birbirini affeder, doğan güneşin yumuşak dokunuşlarına kendini bırakıp, “dünyadaki süremiz zaten sınırlı, lanet olsun şu gücün yarattığı güçsüzlüklere,” deyip birbirine sarılabilirmiş gibi gelirdi. Fakat, akabinde uzun uzun çatışmalar olurdu. Sonra, “mezar saatleri”, öğle yemeği, biraz daha ölüm. Gömülen yoldaşların ailelerine yazılan mektuplar, öldürülen insanların üstlerindeki değerli eşyaların yağmalanması, daha çok çatışma, belki biraz uyku. Günler günler ardına geçiyorken, devrim de bir düzene dönüşmüştü. İçinde ölümler olan, sürekli birilerinin eksildiği, fakat yine de bir şans verilirse hemen alışılabilecek bir düzen. Lanet, kutsanma, ölüm… İnsan her şeye bir noktada alışır zaten.
Adım, Marduk’tu. Kabran’ın Varisinin ve dağdan doğan çocuğun adı. Köklerime dönmüş gibi hissediyordum kendimi. Burası, beni doğuran yerdi, şimdi onu kurtarma sırası bana gelmişti. Üç insan boyundaki alevden bir tanrıya içimden yalvardım, “çocuğuna sahip çık Kabran,” dedim sesim çatallanarak, “çünkü onun senden başka kimsesi yok.”
Bir Cevap Yazın