Otuz Dokuzuncu Bab: Tarla

Gözlerim gözlerine bakmak için var, diye düşündüm, fotoğrafa bakarken. Gözlerim gözlerine bakmak için var oldular. Uzak bir köşeden ağır bir araç geçiyordu, yer sallandı, ilk defa deprem olması için değil olmaması için dua ettim. Artık yitmek istemiyordum. Yaşayacaklarım vardı.

Evden çıkıp en yakın bakkaldan bir paket sigara aldım. Bakkala, sokaktaki dayılara, kahvede sevmediği işi yaptığını suratındaki en küçük mimik parçasıyla dahi belli eden kahveciye, her seferinde biraz daha kısalmış gibi gözüken elektrikçi amcaya… Herkese, hatta her şeye teşekkür etmek istiyordum. Gün güzeldi.

Rüyamda bir başak tarlasında usul usul yürüyordum. Uçsuz bucaksız gibi görünen bu yürüyüşte elbet bir noktada tökezleyecektim. Fakat sonunu görmediğim bu tarladan çıkmak, nereye gideceğimi bilmediğim o beton yollara savrulmaktansa, tökezleye tökezleye ilerlemeyi yeğ tutuyordum. Sanki birden fırlatıldığım bu tarlada, olmuş başaklara dokuna dokuna yürürken, hayatımın sonuna kadar onların beni sardığı, koruduğu, kapsadığı bir yolculukta olmak, bütün yürüyüşlerimden daha değerli bir anlama geliyordu. İstemsizce kendimi karşımdaki bir noktadan izlemeye başladım, gülümsüyordum; ben, gülmek, sanki bir daha bir araya gelmeyecek iki eski dost gibiydi. Bir rüyada buluşmuştuk, kim bilir, belki gerçek hayatta da ayrılmazdık.

Çalışma arkadaşlarımın bir ekranın önünde toplandıklarını gördüm. Gülümseyerek onlara doğru yaklaşırken, hallerinde belli belirsiz bir gerginlik sezdim. Sanki ben oraya varana kadar önemli olmayan bir haber, benim gelişimle inanılmaz bir yankıya kavuşmuştu. Teker teker ekranın başından uzaklaştılar ve geriye o istasyonda çalışan, en iyi arkadaşım Kahor kaldı. “Ne oldu böyle bunlara, çil yavrusu gibi dağıldılar,” diye sordum. Ağzı yarı açık, dehşetle bana bakarken, ağzından yarım yamalak toparlayabildiği bir cümle çıktı, “bizim patron, sabah bir arabanın içinde ölü bulunmuş,” dedi, “araba rakip şirketin korumasına aitmiş.”

Bizim patron, yani, babam. Depremler oluyor gibi hissettiğinizde ilk yapmanız gereken kendinize güvenli bir sığınak bulmaktır. Bu içinizdeki depremler için de geçerlidir, dışınızdakiler için de. Elimi istemsizce telefonuma attım. Resme bakarak derin nefesler aldım. “Gözler…” diye fısıldadım, fakat işe yaramadı. Dikkatimi toplayamıyordum. İş arkadaşlarım sıraya girdiler, teker teker taziyelerini sundular. Bazıları bu aşamadan sonra ne yapılacağını sakin sakin anlatıyor, diğerleri de -belki gerçek, belki değil- hüzünlü bir tonla üzgün olduklarını söylüyorlardı. Her şey üstüme üstüme geliyor, dünya kararıyor gibiydi. Tutunacak tek dalım kalmıştı, ona da bakamıyordum, sanki ona mutsuzlukla bakmak küçük bir ihanet gibi hissettirecekti. Mutlu zamanlarımın sebebini, mutsuz zamanlarda bir can simidi olarak kullanamazdım, bu benim meselemdi.

Cenaze bitti, zaman geçti. Şirketin bir türlü düzelmeyen kaotik meseleleri duruldu. O günü dinlenmeye ayırmıştım. Hazırlanıp evden çıktım. En güzel gömleğimi ve pantolonumu giydim. Biraz bol geliyorlardı, kilo vermiş olmalıydım. Yine de üstüme oturuş biçimlerinden hoşlandım. Arabanın anahtarını ve cüzdanımı cebime koyup evden çıktım. En sevdiğim kafenin en sevdiğim masasına oturdum. Hava güzeldi.

Çayımı içerken konuşmaya başladım:

Görüşmeyeli uzun zaman oldu. Babam öldü, şirketin işleri dağ gibi yığıldı ve yükün altında bir miktar ezildim. Deprem sigortası satan bir şirketin sahibinin böyle depremlerde ayakta durabilmesi gerekir değil mi? Ha ha. Fakat öyle olmadı, gördüğüm rüyadaki gibi sakin sakin yürüyemedim, tökezlemelerim ağır geldi. Ne zaman düşecek gibi olsam, ne zaman taşlar ayağıma dolanacak gibi olsa, o başak tarlasında senin yüzünü düşündüm, beni kaldıracağını, çünkü uzun uzun yürümek istediğimi bildiğini sezdim. Sonuna varmak için değil, içindeyken etrafımdaki nesnelerin gıdıklamalarıyla, belki yarım yamalak dokunuş ve imgelerle ilerlediğim, yarı gerçek bir yoldun. Yine de yürüdüğüm tüm yollardan daha gerçek hislerle yürüdüm orada. Sonunda durulduğumu sandığım zamanlarda, neyin mahvolup yıkılacağını beklerken, dayandığım o sağlam kolon sen oldun. Bir insana bu kadar anlam ve yük yüklemek ne kadar doğru bilmiyorum, seni de yarım yamalak tanıyorum zaten. Fakat, tanıdığım kadarıyla bile etrafımdaki herkesten daha çok biliyormuşum gibi hissettiriyorsun bana. Buraya geldim, uzun uzun düşündüm ve uzun uzun yürüdüm. Sana varacağım anın hayalini kurdum ve bu hayale ulaştım. Peki, sen o tarlanın neresindesin?

Telefonun ekranını kapattım, fotoğraf yitti. Kendi yüzümün karanlık bir aynadaki yansımasına bakarken buldum kendimi. “Gözler,” diye fısıldadım, “gözlerin için.” Çayımı bitirip kalktım. Yürümeye devam etmeliydim.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: