Kırk Dördüncü Bab: Yıllar Sonra, Oradan Bakınca

Örümcekler, sessiz sessiz.

Bacaklarım tutmaz oldu ne zamandır. Kalkın, diyorum onlara, sanki başka bir insanın bacaklarıymış gibi. Dizlerime battaniyemi serip, evin verandasından denizi izlerken, geçmiş eski bir dost gibi yanıma oturup beni teselli edercesine aklımı oyalıyor.

Mutfakta kahvaltı hazırlarken, o eski köhne evde görüyorum kendimi. Bir tür sığınaktan öte hiçbir anlama gelmeyen o betondan yapı. Sanki kurtarılmış bir mülteciymişim de, beni o eve yerleştirmişler gibi hissederdim. Ara ara bir yerlerinden örümcekler sessiz sessiz ziyaretler gerçekleştirirlerdi. Annem, “müjdedir öldürme” derdi, ben korkardım. Sekiz ayaklı iğrenç yaratıklar gibi gelirlerdi gözüme. İçimden, “Allah affetsin,” diye fısıldayıp ince gövdelerini peçeteyle ezer, çöpe atardım, koşup ellerimi yıkardım sonra. Aramızda bitip tükenmek bilmeyen bir savaş vardı. Sanki eve talip alıcılarmış gibi en istenmedik zamanlarda odanın ortasında biterlerdi. İnceler gibi yavaş yavaş, fakat kararlı adımlarla görüş alanıma yaklaşırlardı. O evi hem çok sevdim, hem hiç sevemedim. Küçük, eski, kötü… Fakat sevgimizin ilk eviydi orası. İlk kahvaltımızı ettiğimiz, ilk kez mumlar yaktığımız, ilk yılımızı geçirdiğimiz evdi. Bir akşam korkuyla uyanıp, elimi soluma attığımda seni bulmuştum, yatışıp hayatımda gördüğüm en güzel rüyayı görmüştüm. Sevgi, insanı korkularından koparmıyor, onları tamamen yok etmeye muktedir değil, yine de yatıştırıp güçten düşürüyor. Hayata karşı iki küçük asker, koca koca dert ordularıyla savaşırken, ilk sığınağımız o küçük, sapa, kötü evdi. Bundan dolayı yaşadığım hiçbir ev aklımda kalmadı, o ev kaldı.

Gözlerine baktığımda içimin ısındığını hissederdim. Gençken ve sağlıklıyken. İçimde, derdim, içimde biri var artık. Duygularımı açabileceğim, çocukluğumdan bahsettiğimde beni dinleyecek, ağladığımda öyle utanıp gözünü başka köşelere çevirmek yerine bana gülerek bakıp, “gerçekten ölmüyorlar aşkım, oyuncu onlar,” diyecek biri. Çiçeklerimin arasında geçip, bahçemin en güzel yerinde bağdaş kuran biri. Günler geçip giderken onlara kızmamı sağlayan biri. Ölümün dahi dindiremeyeceği bir sevgiyle sevdiğim, hislerimin orta yerinde duran, ipek bir tülün ardından kalbimde gördüğüm biri. Sevgili, sevgilim.

Kahvaltıda belli şeylere dikkat etmek gerekirdi. Yumurtanın beyazı düşmandı, peynir ancak yeterince yumuşaksa yenebilirdi ve siyah çay… mevzubahis bile değildi. “Ettiğim en güzel kahvaltı, gittiğim en güzel yer sizsiniz” demek isterdim sana, diyemezdim. Gözlerimle söylerdim, gözlerinle anlardın. Kıyıda köşede bir örümcek geçerdi, korkardım ama ses etmezdim, an bozulmasındı, korku elbet yitip giderdi, sen yanımdaydın nasılsa.

Sonra o evden taşındık. Yerimizi örümceklere bıraktık. Daha güzel bir evin daha güzel bir mutfağında kahvaltılar hazırlandı, yenildi. O ilk ev hep bir mektup gibi kendini bize gönderdi durdu ara ara. Bir zaman unutuldu sandık. Yeni ev kendi hükmünü geçirir gibi oldu. Fakat ne zaman gecenin köründe uyansam, sol yanıma elimi atsam, hep sanki ilk uyuduğumuz yatakta buldum kendimi. Orada korkularımı bırakmıştım, seni bulmuştum. Bir akşam, en sevdiğim bardağı vermiştim sana, yıllarca ev ev gezdirdiğim, kırık olmasına rağmen içinden ısrarla kahve içtiğim kupamı. “Al kır,” dedim usulca, yapamayacakmış gibi bakıp, ürktüğünü belirten bir sesle, “israf,” deyişin, sonra beni kırmamak için bardağı un ufak edişin. Her şey rüya gibiydi o günlerde, öpüşmek, bardaklar kırmak, dokunmak, cam kırıklarını toplamak, bağırmak ve seni seviyorum’lar… Hepsi o evin duvarlarına yapıştı kaldı.

Akşam vakti çok özel bir görüntü getiriyor gözlerime. Son evim olacağını bildiğim bu evin verandasında, tam da günün bu saatinde, önemdeki koca deniz bir çarşafmışcasına dümdüz durur, güneş gelip ufkundan batarken yeşil bir ışık görünür. Her yeşil ışık vaktinde içeriye doğru bağırırım, gelirsin. “Bak,” derim, “en sevdiğin renk.” Seni tanımak, seni bilmek, sevdiğin rengi görmek bile şanstır. Sevdiğin rengi görünce seni görmüş gibi olurum, seni görmüş gibi olduğumda da sevdiğim bir şeyi görmüş. Sanki senin üzerinden bir başka yaşamı baştan başa yaşayabilirmişim gibi gelir bana. Ne güzel şey, ne kadar karmaşık ve zor, yine de yaşam ancak böyle anlarda yaşamaya benzer, diğer zamanlarda ancak zorlama bir sürüklenmedir benim için.

“Kahve makinası bozuldu yine,” diye sinirlenmiştin bir gün. “En azından kahve makinamız var,” deyip, gülmüştüm. O küçük evde hiç olmayan ve olmamış lükslerden biri daha. Gecenin köründe kalkıp, eğer şanslıysanız ve sular akıyorsa bir demlikte su kaynatıp, kahve olmasını umduğumuz bir tozu karıştırdığımız o sıcak suyu içerdik. Ah, kaç kere gece üçte kalkıp sızdıran bir musluğu kapatmam gerekti, sayması güç. İlk kez senin kokunu aldığım, ilk kez beraber bir şeyler içtiğimiz ve ilk kavgamızı ettiğimiz o ev. Her şey rüya gibiydi o günlerde, sevişmek, can yakmak, sarılmak, kıskanmak, bakışmak ve küsmek… o evin duvarlarına asılı gibi duruyorlar.

Zar zor kalkarak mutfağa doğru yürüyorum. Seslendiğinizde kahvenizi hazırlamaya başlayan garip bir makine var. Nasıl isterseniz öyle hazırlıyor, bir muhabbeti eksik. Sesleniyorum, çalıştığından emin olduğumda da salona seyirtiyorum. Koltukta oturup, dışarıda soğuktan üşümüş dizlerimi dinlendireceğim. Kahve hazır olduğunda küçük bir alarm sesi duyuluyor. Mutfaktan sessiz adımlarla elinde kırılan kupamın aynısını taşıyan kısa boylu bir hizmetli, gelip önüdeki sehpaya koyuyor kahvemi. “Afiyet olsun Metis Hanım,” diyor saygıyla. “Teşekkür ederim Aysel,” diyorum usulca. İnsan bu yaşında, karşısındaki ona yaşından dolayı mı yoksa varlıklı oluşundan mı saygı duyuyor, hiç anlayamaz.

Televizyonu açıp en sevdiğimiz diziyi izliyorum, yine. Sen de sevdiğin şeyleri böyle tekrar tekrar izlerdin. “Gel beraber izleyelim,” diyorum, geliyorsun. İçimdeki sıcaklık birkaç derece artıyor. Biliyorum, sarılıyorsun bana. Boynumda kolunu hissediyorum.

“Eğer,” demiştin bir gün bana, “seninle tanışmamış olsaydım, senin eksikliğini hiç duymazdım. Fakat böyle bir sevginin boşluğu yüreğimde mühür gibi beklerdi. Gözlük takmadan önce böyle bir görmenin mümkün olduğunu bilmediğim gibi, senden önce de böyle bir sevginin mümkün olduğunu sanmazdım. Bana dünyamı netleştiren bir görüş hediye ettin.” Kelimeleri hep iyi kullandın. Onların küçük dostların gibi sana yardım ettiklerini bilirdin. Bu yüzden kitaplarına aşıktın, sana kelimelerini verdikleri için. Benden önce insanlardan çok kitapların sohbetinden hoşlandığını söylemiştin. “Sen,” demiştin bana, “dünyadaki tüm kitaplardan daha değerlisin benim için.” Kanımdan daha değerlisin, demek bile senin için daha kolaydı. Damarlarında zaman zaman kelimelerinin dolandığını düşünürdüm. Seni uykusuz bırakırlardı. Bir keresinde kitap alıp dışarıda beraber okuyalım demiştim, okuyacağın kitabı seçmen üç saat sürmüştü. En sonunda “Tayfun ve Diğer Şeyler”i seçmiştin. İçinde çok güzel bir şiir vardı:

Yaşamak zaman denen çöl ortasında
Duraksamak, çok uzun bir yol ortasında
Kıyısında durmak, ölümle dans etmek
Uçurtma gibi uçmak yel ortasında

Bir mutluluk aramak felaket içinde
Bir zenginlik aramak sefalet içinde
Sen samanlıkta iğne aramak değilsin
İğne bulmaksın, başak tarlasında

Zaman ne acımasız, ne acımasız ki, insan ancak o geçtikten sonra değerini anlar. Odanın ortasında nereden geldiyse bir örümcek çıkıyor ortaya, korkmuyorum artık. Müjdedir, diyorum, ilişmiyorum. Örümcekler sessiz sessiz beni de alsın da, beraber olabilelim diye. Zaman denen o yaşlı kadının ipimi kesip, ağlarımı dağıtacağı o günü bekliyorum usul usul.

Yıllar sonra, oradan bakınca, iyi ki tanışmışız diyorum seninle.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: