Kategori: Genel

  • Altmış Sekizinci Bab: Ayna

    Uzun süre uçuruma bakarsan… Aynadaki aksimin benden ayrı hareket ettiğini uzun süre kabul etmek istemedim. Bunu insanlardan, en çok da kendimden sakladım. Bazen gecenin köründe tuvalete gider, aynanın önünden geçerken o parlak yüzeyin hiç oralı olmadığını, aynadaki yansımamın hala uyumakta olduğunu fark ederdim, korksam da birkaç kez gördükten sonra alıştığım bir şeye dönüştü bu; aynada…

  • Altmış Yedinci Bab: Araf

    Araf büyüdükçe… Rıdvan Çölü muazzam büyüklükte, hatta öyle ki, insan ara sıra bu çölün başı neresi sonu neresi hiç göremeyecekmiş gibi hisseder; dünyayı koca bir kova kumdan ibaret sanar, umudu da içlerine doğru yürüdükçe tükenir gider. Elbette kırk kişilik bu kervan Kabre’den Kebrir’e gittiğini, sarp dağlarda hayatta kalmak imkansız olduğu için Rıdvan Çölü’nün kalbinden geçmeleri…

  • Altmış Altıncı Bab: Cennet

    Cehennemin duvarları… Gelen her seyyah aynı şeyi söylüyordu: Babel yıkımın eşiğindeydi. Kabran’lılar Hanok’luları, Peştun’lular Baas’lıları, kısaca gücü yeten yeteni öldürüyor, Kral Kabran’ın yitiminden sonra doğan boşlukta herkes yeni kralın kendi şehrinden biri olması gerektiğini düşünüyordu. Durum hiç iç açıcı gözükmüyordu. Bir yandan da, beni hiç ilgilendirmiyordu, ben ayakkabı yapmaya devam ediyordum, hatta siparişler bir hayli…

  • Altmış Beşinci Bab: Cehennem

    Cennetin kapıları… Güneş batarken yanında sıcaklığını da götürmese, diye düşündüm, bahar sabahlarını yine böyle heyecanla bekler miydik, kim bilir. Zaman öyle ya da böyle geçiyor. İnsan ömür defterinde arkasında bıraktığı kapkara kağıtlarla yargılanır hep, en güçlüsü dahi zamandan kaçamaz, bir noktada elbet gücünün bittiğini görür. Haklının da acelesi yok zaten. “Sizin zulüm sandığınız şefkat, ceza…

  • Altmış Dördüncü Bab: Karanlık

    Aydınlıkta kal… Yaktığım küçük ateşin yüzümü yalayan sıcaklığı ne hoş. Geceler ne kadar da soğuk, yaz geceleri bile. Üstümdeki kalın örtüye biraz daha sarılıp, yeni doğan güneşin aydınlattığı ovaları izliyorum. “Bu gece de sabaha çıktı,” diye fısıldıyorum, “zor oldu, fakat çıktı.” Gözleri kapalı, ayakta uyuyan at, sanki izin versem yüzyıllarca orada bir heykel gibi duracak…

  • Altmış Üçüncü Bab: Aydınlık

    Karanlıkta ne varsa… Orman oldukça cömert. İçinde yaşadığım ev, içinde yaktığım odun, yediğim meyveler… Hepsi bu ormanın nimetleri. Ondan nasıl yararlanacağınızı bildiğinizde dünya size öylesine iyi davranır ki, şaşırırsınız. Bundan yıllar önce, Hanok şehrinde kaçıp bu nehir kenarında tek başıma yaşamaya karar verdiğimde, ne dünyadan haberdardım, ne nimetlerinden. Şimdi öğrendim ve anladım: Dünya onunlayken iyi…

  • Altmış İkinci Bab: Ses

    İlk cümlesi… Salondaki yemek masasının bir köşesinde o duruyor, bir köşesinde ben duruyordum. Sadece tabaklara değen çatalların ve dudaklarımızın içine dolan yemeklerin sesiyle dolan salon, sanki matem yeriydi. Bu sessizliği bilerek, isteyerek seçmiştim. Onun konuşamadığını, bebekliğinden beri tek kelime etmediğini, hayatını tek kelime etmeden, sessiz sedasız idame etmenin bir yolunu bulduğunu… Bir noktada bu sessizliğe…

  • Altmış Birinci Bab: Ceylan

    Sen bir ceylan avladın… Mektubunu yırtarken ne çok üzüldüm, fakat biliyorum ki yırttığım aşkın değildi. Yaktığım da. Evin önündeki bahçede, toprağın tozun arasında bir zamanlar kağıt ve mürekkeple anlamlanmış bir mektubun cesedi olan küller duruyor. Çiçeklerle mi konuşuyordur, kuşlara yem olmayı mı planlıyordur, kim bilir? Maddelerin kaderini ne sen, ne de ben bilebiliriz; biz kimiz…

  • Altmışıncı Bab: Sessiz Gemi

    Dünyanın en soğuk yerinde yolculuk yapıyordum. Geminin güvertesi iyice yıpranmış, yazık, yola ne hayallerle çıkılmıştı oysa. Şimdi yük konulan yerde sağa sola savrulmuş kasalardan toplanmış otuz kırk portakal, bir o kadar da elmanın insafına kaldı koca tayfa. Birbirlerine düşmanca bakıyor, acil bir durumda hangisini dövüp devirebilirim anlamında kesişmelerle dalgaların izin verdiği kadar ilerlemeye çalışıyorlar. Gemi…

  • Elli Dokuzuncu Bab: Çorap

    Taht öylesine parlak ve öylesine savunmasız duruyordu ki, gülümsedim. Şehrin surlarına toplar inmeye devam ediyordu. Hanok sonunda bizim olacaktı. Bu, on yıllardır savaşa savaşa, yenile yenile, bilene bilene istenen şehir, sonunda düşmeye yüz tutmuştu. Askerlerin gözünden umut okunuyordu. Dedelerinin, hatta dedelerinin babalarının bile sahip olamadığı bir onura sahip olacaklardı. “Hanok Fatihleri” olarak anılacak, isimleri yüzyıllarca…