İkinci Bab: Şair Bir Gassal’ın Elleri

“Tüm bunları oyun mu sandın,” diye çınladı kulağında sesi, “bunların hepsi senin için şaka değil mi?”

Burada kalmayı hiç istememiştim. Sen de gitmeme bir türlü ikna olamadın. İşin sonunda senin yazdığın bir oyunda bize kalan küçük parçaların içinde sıkışıp kaldık. Belki sen bile böyle olsun istememişsindir, belki de böyle olduğunu görüp sevinmişsindir. Artık kimse bilemez. İşin sonunda sen de kazanamadın, ben de, ikimizin de yenildiği bir oyunun bitiminde, bir odada baş başa kaldık sonunda baba.

Köyde hava soğuduğu zaman evler tek odalı olur. Kaç odası olursa olsun hayat sobanın olduğu odaya sıkışır. Sen de hayatımızı uzun bir kışın sonunda sığışmak zorunda kaldığımız o sobalı odaya benzettin. Suçlusun, demiyorum, fakat elbette büyük bir etkin vardı. Kitaplarıma bakışın, evden çıkmayışıma içten içe sinirlenişin… Bir tür sessiz harp içinde askerlerimizi bir oraya bir buraya sürükledik. Yorulduk, yaşlandık. Savaş bir türlü istediğimiz istikamette ilerlemedi. Cephelerimizde isteksizce beklerken, ne zaman biteceğini bilmediğimiz bu dövüş ne zaman başlamıştı, onu bile unuttuk. Kimse kimseyi affetmedi, suçlamadı da ama, boş kovanlarla barutsuz mermileri fırlattık durduk.

Bir türlü istediğin gibi biri olamadım. Elbette, topraklarla ilgilenebilir, sürüleri güdebilir, geçinip gidebilirdim. Oysa ben cümlenin sonundaki “gidebilmeye” vurgun zihnimle kitaptan kitaba koştum. “Köy yerinde bu kadar kitap neyine senin,” derdin, “kalk da iki rekat namaz kıl, serseri!” Sürekli hoşlanmadığın şeylerden yakındın, başkalarının hoşlandığı şeyleri de çamur ettin. İşin sonunda ne sen mutlu oldun ne başkaları, hayatlar koca bir umutsuzluk yumağına döndü. Bütün ipler damarlarımıza dolandı durdu. Hiç mutlu olmadım, oysa sen kendin hariç herkesi mutlu sandın. Oysa, senin kurduğun bu hayatta, insan yaşamanın bedelini dahi mutsuzlukla ödüyordu. Belki bunu bildin, belki bilemedin, işin sonunda pek de bir önemi kalmadı zaten.

Hoş, her şeyi biliyordun. Her şeyi bilmen o kadar keskin bir dikendi ki, kimse bahçende senin bilmediğin çiçekler düremedi. Her şeye kadir o yaşamını anlatmaya bayılırdın. Bütün yanlış yollardan gitmiş olman, sana derin bir tecrübe kazandırmıştı. O yollardan neden gitmememiz gerektiğini saatlerce anlatırdın. Fakat, bu kadar kapalı yoldan sonra insanın adım atmaya dahi hevesinin kalmayacağını, nihayetinde, bilemezdin. Senin gittiğin yollardan gitmemize izin vermedin, senin gibi olmamızı istedin, fakat o yollardan gitmeden senin gibi olunmazdı, bunu bilemedin.

Artık gidebilsem de gitmek istemeyeceğim bir noktaya geldim. Heveslerim çürüdü, çürük domatesler gibi tatları kaçtı. Şimdi ancak onları kışlık yapmak için salça niyetine kavanozlara doldurabilirim. Sonra, kış gelir, sobanın olduğu odada tatsız menemenlere dönüşürler. İnsan bir zaman adımlar atmak ister, eğer atamazsa, hareketsizlik onun yurdu olur. Hiçbir yere kıpırdamaz, kıpırdayamaz. Filleri de böyle eğitirler mesela: Çok küçükken bacaklarına bir zincir bağlarlar, fil ne yapsa kopartamaz zinciri, gel zaman git zaman zincir incecik bir ipe dönüşür, artık kopartabilecek olsa dahi kopartmaya çalışmaz o ipi, alışmıştır. En acısı da bu, sen bizi hayalsiz bir hayata alıştırdın, hayal iplerimizi tek tek kestin. Sonra, “neden burada böyle tembel tembel duruyorsunuz,” diye kızdın bir de. İplerini kopardığı kuklalarına kızan, çapraşık bir kuklacı gibi gezdin alemimizde. Artık gitmek istesek de gidemezdik, eski iplerle yeni yolculuklara çıkılmıyordu.

Tohumlardan hep nefret ettim. Topraktan, hayvanlardan, köyden… İçimi bunaltan bir şey vardı bu mükemmel manzarada. Kokusundan, dokusundan, yapısından… Kısaca, neyi varsa hepsinden nefret ettim. Sen hep burada bir düzen kurayım diye bekledin. Evlenip, çoluğa çocuğa karışırım, eski hayallerin huysuz çağırışlarından kurtulurum sandın. Senin yaşamında bir hayat ihtimali ancak daha da berbat bir duruma düşülerek unutulurdu, oysa ben bunu kabul etmedim. Sevmediğim bir yerde sevdiğim bir kişi olabileceğini düşünmedim. Bu köhne toprakta yetişmiş her şeyden nasıl nefret ettiysem, kadınlarından da öyle nefret ettim. Bilmeden, onları da bu köyün bir parçası saydım. Kim bilir, belki benim için bir ruh eşi olabilecek insanlar dahi gelip geçmiştir hayatımdan. Fakat sen, bu ihtimale bile izin vermeyecek kadar sıkıştırdın oyunlarını, savaşımız yeni düzenler doğurmayacaktı, ant içip yemin ettim bunun için.

Kitaplara kaçtım. Bedenimle kaçamayacağımı artık anladığım bu köyden kaçmak için kitapları kapılar gibi kullandım. Bir gün Rusya’ya gittim, öbür gün İran’da bir şahın odasında masallar anlattım… Gerçeğinden kaçtığım bu dünyanın kendine döneyim diye direten o sesi senin sesin oldu. Ne zaman bir hayalden uyansam, beni sen uyandırmışsın gibi hissettim. Bütün kapıları kapatan sende, bir zamanlar tüm anahtarlar vardı, şimdi kapıları sonuna kadar açsan da çıkmak isteyen kimse yoktu. Belki bundan, son zamanlarda daha bir huysuz oldun, artık nefes alışlarımıza bile karışır olmuştun.

Oysa küçükken seni ne severdim. Umutlu olduğum, buradan çıkmaya istekli olduğum o billur zamanlarda biletim sen olacaksın sanırdım. Her, “otur oturduğun yere hergele!”den sonra “hadi artık git istediğin diyara,” diye bir ses gelecek sanardım. Oysa şimdi, istediğim bir diyar da kalmadı. Bütün yollarım kapandı, yoruldum. Eskiden olsa burada bir dakika durmazdım, oysa şimdi… Gitmek de bir tür zaman işi, mesafeler sadece yollarla ölçülmüyor. İnsanın da yakıtı var, deposunda umut yoksa marş basmıyor.

Bu ölü yıkama işine de umudumun bitmeye yüz tuttuğu zamanlarda başladım. Baktım gidemeyeceğim, bari üç kuruş bir şey kazanayım, dedim. Adımın “Rıdvan” olması çok güldürürdü beni başlarda. Rıdvan, cennetin kapısını bekleyen melek, bir gassal için daha iyi isim olur muydu? Sezmiş miydin acaba, büyüyünce gassal olacağımı? Kimi zamanlar anneleri ölmüş almancı çocuklar, yüklü bahşişler verirlerdi bana. Sahi, neden onları biriktirip kaçmadım? O verdikleri paralarla türlü türlü kitaplar alırken, bir bilet parası ayırmayı neden hiç düşünmedim? Korkak mıydım o kadar?

Bir noktadan sonra artık konuşmaz olduk. Ne savaşların anlamı kalmıştı ne oyunların… Herkes kendi yağında kavrulup gitti işte. Yazın kendi odalarında, kışın sobalı odada. Zaman geçiyordu ya, daha ne olsundu. Aç değildik, açıkta değildik. Hayalsiz olsak ne olmasak ne, sen evde kaynayan bir tencere olduğu sürece hiçbir şeyi dert etmeyen insanlardandın. Belki de seni böyle kabul etmek gerekiyordu.

Yirmili yaşlarımda bir şiir yazmıştım sana:

En büyük hatıra,
Hatırlanacak bir şey olmaması,
Yine de seninle yaşayamadıklarımızı,
Ölsem bile unutamam.

Buna benzer bir şeydi işte… Şimdi ne önemi var ki? Ne sen okuyabilirsin bunu artık, ne ben sana bunu neden yazdığımı anlatabilirim. Gassal oğlu tarafından yıkanan, cennetin kapısından geçmeye çalışan bir ruhsun şimdi ellerimin altında.

Peki, bu kapının Rıdvan’ı sana merhamet edecek mi?

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: