
Şehir burçlarına inen topların sesleriyle gümbür gümbür inlerken, Serhat Sevi, sonunda son kelimesini de yazıp bitirdiği şiirini; başparmağının tırnağını kemirerek okuyordu. Bir gün, diye fısıldadı duvarları yıkılmakta olduğundan sarsılan şehre bir pencere aralığından bakarak, ayakta kalırsan; adımla hatırlanacaksın.
“kuşlar bir uçma biçiminin mahkumlarıdır,”
Lafı biter bitmez burçlardan kopup gelen bir duvar parçası hızla evinin önüne çakıldı. Duvar parçasının yukarı bakan kısmı alev alev yanıyordu. Elindeki kağıdı göğsüne sıkıştırıp evden koşarak çıktı. Şehrin sakinleri bir o yana bir bu yana panik halinde kaçışmaya çabalarlarken, o hengamenin ortasında arkadaşı Suat’ı görüp ona doğru yürüdü. İnsan kıyamette bile tanıdıklarını arar. Bu, savaşın son kısmı olduğu apaçık başkent fethi de, ulusları için küçük bir kıyamet provasıydı. Ah yurdum, diye bir düşünce geçti içinden, benim için ne az şey yaptın ve yine de benim için ne kadar büyük bir hüzün senin yitişin. Bunu ileride kullanmak üzere kaydetmeyi düşünürken birden Suat’ın onu çekiştirmesiyle hayal aleminden koparıldı ve şehrin belki de ayakta kalan son yapısı olan saraya doğru koşmaya başladılar. Savaş kaybedildi, saray ise bir sığınak oldu, bir ihtimal yaşarlarsa bu günlerini hayatlarının en acı günleri olarak hatırlayabilirler. Tek umutları bu günlerin acı bir hatıraya dönüştüğü o günleri görmek olan insanlar, akın akın sarayın kapısına koşuyorlardı. Hayatlarında bir kere dahi kabul edilmedikleri bu ulu binaya, bari, bir yıkım bahanesiyle sığınabileceklerini düşünüyorlardı. Kapıda nöbetçiler gelen insanları bastırmak için demir gibi duruyor ve mızraklarının keskin ucunu halka doğru tutuyorlardı. Kral, son gününde bile rahatsız edilmek istemiyordu; hele ki böyle, zaten haddinden fazla rahatsız edildiği bir günün akşamında.
“balıklar bir yüzme yorgunluğunun hapisleri,”
“Ey Burak! Sarayın başına yıkılacaksa bari halkınla beraberken yıkılsın, kaybedişin yetmedi bir de kıyımına mı katlanacağız?” diye bağırdı, yaşlı bir tüccar. Etrafındakiler hak verdiklerini gösterir biçimde tehditkar bakışlarla muhafızların önüne yürüdüler. Muhafızlar git gide birbirlerine sokuluyorlardı. Onların görevi kralı korumak; fakat bunu halkla beraber mi, yoksa halka rağmen mi yapacakları sorusunun cevabı, şimdiye kadar kulaklarına fısıldanmamıştı. Gördükleri eğitimler bunun yanıtını vermekten çok uzaktı, şimdiye kadar sadece düşmanlar için sivrilttikleri mızraklarının uçları, kendi vatandaşlarını kanıyla mı sulanacaktı şimdi? İçlerinden en rütbeli görüneni mızrağının ucunu göğe çevirdi ve geriye doğru iki adım atarak yolu açtı. Kapıya toplanan kalabalık yolun açılmasını fırsat bilerek bir hışımla içeri daldı. Son insan da içeriye girdiğinde sarayın koca kapıları kapandı. Son kale, insanlarıyla beraber savunulacaktı, bu belliydi şimdi. Hükümdar Burak bundan rahatsız olsa da olmasa da.
“insan bir yaşam alışkanlığının gardiyanı ve kurbanıdır,”
Serhat kapıya doluşan kalabalığın bir şekilde en önüne geçmeyi başardığından, sarayın içini gören ilk insanlardan biri oldu. Biraz hayal kırıklığı, biraz da şaşkınlık duydu içinde. Sarayın içi hayal ettiği o masal aleminden çok uzaktı. Çirkin sayılırdı hatta. Biçimsiz ve zevksiz bir boşluktu sadece. Evini özledi, bir daha asla göremeyeceği küçük sarayını. Bu savaşların fethinden de yenilgisinden de onun gibi insanlara kalan hep yuvasızlık oluyordu. Şimdi bu biçimsiz ve çirkin ön bahçede iki yüz kadar kişi bekliyordu. İnsanların yüzlerinden mutsuzluk, umutsuzluk ve henüz resmiyete varmamış bir kaybedişin kehaneti o çaresizlik rahatça okunabiliyordu. Gökler bugün karşı tarafın yağmurunu bereketlendirmişti. Onların payına kıtlık, yokluk ve ölüm düşmüştü bugün. Serhat gözünün yaşardığını hissediyordu istemsizce. Her ne kadar defalarca sevmediğini söylemişse de; insan evinden kendi kendini sürgün etmek istiyor; yolculuklar ve mutlu yarın umutlarıyla yollara düşmek istiyordu, böyle zorla içine itildiği değişimleri dilememişti göklerden.
Bir Cevap Yazın