Dokuzuncu Bab: Çobo’nun İntiharı Keşfi

Sonsuz yeşil steplerde güneş batarken, mağaraya saklanıp birbirimize sokulurduk; yaşamak için onca neden varken, Çobo’nun bulduğu son şey, onu bizden ayrı bir diyara götürmüştü.

Doğduğumuzdan beri sığındığımız bu tepenin altındaki mağarada, aslında ihtiyacımız olan her şey vardı. Su yakındı, meyve eksik olmazdı… Bu yüzden ayda bir diğer kabilelerin tüm üyeleriyle üzerimize çullanmasını bekler, genelde tahminimizde haklı çıkar; barınağımızı tekrar tekrar korur, tekrar tekrar doğmuş gibi hissederdik. İnsan böyle bir yeri, ancak öldüğünde bırakabilirdi. Bir keresinde Sosi, yeni kabile lideri, beni diğer kabilelerden yün almak için dağın öte yanına yolladığında mağaralarını görmüştüm. Her tarafından sular akan ıslak bir kafese benziyordu yaşadıkları yer. Burada barınmayı geçtim, avdan yorulup dinlenmek için bile durulmazdı, insan hastalıktan ölür giderdi hemen.

Oysa bizim mağaramızda, akşamları yanan ateşin yakınında bir yer bulup uyuyabilirsen, gördüğün rüyalardan uyanmak istemezdin. Susadığında uyanıp, tehlikesiz birkaç adım atarak dereye varırdın, her zaman yiyecek boldu. Odaya benzer bölmelerden istediğinde kalabilirdin ve kimse ses çıkarmazdı. Çünkü herkes, o oda için savaştığını bilirdi. Herkes birbirine saygı duyardı. Yaşamak için bölgedeki, belki dünyadaki en iyi yerdi. Yine de…

Çobo her zaman ilginç bir üyesi olmuştu kabilenin. Sürekli elinde tuttuğu, nereden bulduğunu bilmediğimiz bir taşı vardı. Taş o kadar keskindi ki, ava onunla gittiğimizde işimiz en fazla iki gün sürüyordu. Eğer Çobo hastaysa, ya da ava çıkmak istemiyorsa, en az bir haftalık erzak alıyorduk yanımıza. Kimsenin ellemeye cesaret edemediği otlardan ilaçlar yapar, kimsenin bilmediği bitkileri eliyle koymuş gibi bulur, ölecek sandığımız insanları iyileştirirdi. Bilgisi tüm kabilenin belki de hiç ulaşamayacağı bir seviyedeydi. Bu yüzden isteklerine saygı duyulur, ava gelmek istemiyorsa ikinci kez çağrılmazdı. Oysa başka biri aynı şeyi yaptığında iş ancak kavgayla nihayete varırdı. Çobo da bu özel konumunu bilir, insanlara yardım etmek için elinden geleni yapardı. Bu, onu daha az ilginç yapmıyordu, sadece, yararlı bir ilginçliği oluyordu.

Bir akşam, Çobo ateşe biraz daha uzak oturdu. Mağaranın karanlık tarafına biraz daha fazla yaklaştı. Gözlerinde daha önce görmediğim bir boşluk, kendiyle savaşıyormuş gibi titreyen elleri… Bulduğu ya da düşündüğü bir şey hoşuna gitmemişti besbelli. Ne olduğunu da soramazdık. Çobo buluşlarını ancak son haliyle gösterirdi. Bunu bildiğimizden, onu uzaktan izlemekten başka elimizden bir şey gelmedi. Yine de telaş sezilebilecek kadar ağır hissediliyordu kabilede. Çobo olmasaydı, son üç savaşı kaybetmemiz işten bile değildi. Bize kimsenin sağlayamayacağı bir avantaj sağlıyordu: Bir bıçak.

Ateşi uzaktan izlediği akşamlardan birinde Çobo ile göz göze geldim. Bana uzun uzun baktı. Sonra hızla ayağa kalktı. Bütün mağara onu izlerken yanıma yaklaştı ve kulağımın dibine kadar eğildi, “yarın sabah yanıma gel,” dedi, “sana bulduğum bir şeyi göstereceğim.”

Sabah, güneşin doğuşuyla uyandım. Çobo, mağaranın uzak tarafında, bıçağını göğsüne bastırmış, uyuyordu. Bu aleti nereden bulduğunu hep merak ettim. Kendi mi yapmıştı, bir yerde mi bulmuştu, yoksa tahmin bile edemeyeceğimiz o maceralarından birinde mi kazanmıştı? Kabilenin içinde büyümemiş tek üyesi olarak Çobo, sonradan gelmesine rağmen kabilenin en çok sahiplendiği üyelerinden biriydi. Yine de, insanların hep kafalarında bir soru işareti kalırdı: Bu yabancı yanımıza niye böyle ansızın geldi ve iyiliklerinin ardında bizden istediği ne?

Omzunu dürtüp uyandırdığımda ani bir refleksle bıçağını boynuma dayadı, ne yaptığını fark ettiğinde ise aynı hızda çekti. Korkuyla bir adım geriye sıçradım ve “sabah yanıma gel dedin,” dedim. “Evet,” dedi, “beni takip et.” Beraber mağaranın en dibindeki oyuğa yürüdük. Burası kabilenin çoğu için yasak bölgeydi. Çobo ilaçlarını ve buluşlarını burada saklardı. Yaklaşanları yaraladığını defalarca görmüştük. Hoş, sonra yaralarını da kendi sarardı. Fakat bu açık tehdit, oraya yaklaşmayı düşünmememize yetiyordu.

Oyuğa girdiğimizde eliyle bir düzeneği işaret etti. İlk bakışta insanın sığabileceği dik bir yatak ve ona bağlı kuru kamışlarla kurulmuş garip bir beşik gibiydi. Fakat bıçağını tam ortasına yerleştirdiğinde, övünür gibi baktığı icadını anlayıp anlamadığımı ölçer gibi bana baktı. “Bıçaklı bir beşik,” dedim sorar gibi, “ne için bu?”

Geçen yıl, eski kabile reisi, Siso’nun kızı İlüçna’ya göz dikmişti. Bu, her kabilede olan olaylardan biridir: Şef, birini ister ve alır. Kimsenin de sesi çıkmaz. Bu kişi çok sevdiğiniz biri de olabilir, fark etmez. Şef’in sözü, yasadır.

Yine de Siso bu yasayı tanımadı. Herkesin toplandığı bir akşam, ona meydan okudu. Sabah olmasını dahi beklemeden ateşin etrafında kapıştılar. Siso hiç zorlanmadan eski reisi devirdi ve boğazına çullandı. Gözlerimizin önünde onu boğdu ve iki şeyi göstermiş oldu: Yeni şefi ve kızının dokunulmazlığını.

Bu olaydan sonra şunu anlamıştık ki, ölüm hep dışarıdan gelmiyordu. Hastalıktan, açlıktan ve vahşi hayvanlardan elbette eskisi kadar korkuyorduk; fakat yeni bir düşman görünmüştü, kabilemiz. İnsanı ailesi de öldürebiliyordu. O günden sonra billur huzur günleri de yok oldu. Sürekli bir tehdit vardı, orada olmasa bile oradaydı, hissedilebiliyordu.

Çiço, beşiği göstererek, “beni kimse öldüremeyecek,” dedi. Ben de anlamış gibi başımı salladım. Oysa Sosi’nin tek eliyle kırabileceği boynuna bakıp, içimden, “Sosi seni nefessiz bırakabilir,” dedim. Duymuş gibi, “Sosi bile öldüremeyecek, çünkü bunu ben yapacağım,” dedi. Kanım çekildi. İnsanı başka şeyler öldürürdü, genelde hastalıklar… Fakat, kendisi? Düşmanımız başından beri yanımızda mıydı yani, eğer Çobo kendini öldürebiliyorsa, ben de yapabilir miydim?

Beşiği görmemin üzerinden bir ay kadar süre geçti. Çobo gittikçe daha çok uzaklaştı ateşten. Gittikçe daha çok titremeye başladı. Avlara hepten katılmaz oldu, o kadar ki, özel konumu gitgide önemsizleşiyordu. Birkaç kere bıçağını zorla almaya çalışacaklarını duydum, fakat kimse buna cesaret edemiyordu, kim bilir başka ne silahları vardı?

Bir sabah uyandığımda Çobo mağarada değildi. Baktığım hiçbir yerde bulamadım onu. Oysa, hasta bir çocuğun acilen ilaca ihtiyacı vardı. Biraz korkarak, biraz da çocuğun durumundan aldığım cesaretle, oyuğuna doğru gittim. Gördüğüm manzara kanımı dondurdu. Bedeni beşiğin ortasında, bıçağı göğsüne saplanmış bir halde, bembeyaz yatıyordu. Ölmüştü.

İşte, Çobo’nun intiharı keşfi, böyle oldu.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: