
Acı ile tanıştırıldığımda, onunla geçecek yıllarımın ne kadar zor geçeceğini tahmin bile edemezdim. Hayatımda büyük bir yer edeceğini az çok sezmiştim, ancak yerinin bu kadar büyük ve değişmez olacağı, inan hiç aklıma gelmemişti.
Eve dönmek, hep yalnızlığın başka bir biçimi olmuştur. Bir yerli olmak, “oralıyım” demek, “artık oraya gitmem gerekmiyor,” demenin başka bir yoludur sadece. Oysa, öyle ya da böyle, insan doğduğu yere döner eninde sonunda. Bir otobüs camından koşarak geçen ağaçları izlerken, aklıma büyüdüğüm sokaklarla beraber uğrayan bu düşünce, midemdeki sıvının oynamasına yetti. Memleket, uzaktayken iyi anlatılan bir akrabadır bence, yanındayken insan ona niye katlanamadığını defalarca hatırlar. Başka bir şehrin kucağında bir defa bile gülündüyse, insan kendi evinde ister istemez misafir kalacaktır. Bütün gidişlerde içinizden kopan bir parça olur, insan koparıp attığı, geride bıraktığı parçalara dönmek istemez. Sanki, havada bırakılmış ve dilenmemiş özürlerin ağırlığı, fakat özür dilenecek bir şeyin de olmaması, “hep gitmek istedi buralardan” ile “neden bizimle kalamadı” arasında bir yerde gelip giden anılınışınız, sizin peşinizi bırakmaz. Geri döndüğünüzde, kimse söylemese bile, bir özrü fısıldamanız kaçınılmazdır. Siz, daha iyi yerlere gittiniz, fakat o daha iyi yerlere gidemeyenlerin içinde doğdunuz. Bununla lanetli ve mühürlü, otobüs camlarında böyle düşünüp durursunuz.
Otogara girdiğimizde, “acaba inmesem mi,” diye bir düşünce geçti aklımda. Otobüsten inmek, artık geldiğinizi kabul etmektir. Otobüsle beraber geri dönsem, zaten kimseye haber vermemişken, gelmem beklenmiyorken, bu “ayak bastığımda hatıradan gerçeğe bulanacak kara”ya hiç ayak basmadan kurtulsam. Başka topraklarda çiçek açabilirdim ancak, sizinle olamazdım, başka yolların yolcusuydum… Tohumum buradandı, fakat meyvemi kimse tanımıyordu. Telef olurdum, hiç olurdum, bir oluş olamazdım. Yakışmıyordum. Buradayken kimse buralı olduğumu düşünmüyordu, “ora”lılara benziyordum. Uyumsuzdum. Dikiş tutturamıyordum. Dikiş tutturduğumdaysa, biçtiğim elbiseler herkese yanlışmış gibi gözüküyordu. Buradakilerin giydikleriyle alakası yoktu, dikişler de bir garipti hem. Olmuyordu, özür dilerim, ama dönmeliyim. Bu düşünceleri durduramayacağımı anlayınca, “hadi geçmiş olsun,” diyen muavinin direktifine uyan bedenimi izledim, indim. Ayağım toprağa, bir zamanlar evim olan şehrin toprağına değdi. “Benim için iğrenç bir adım, iğrenç insanlık için birinin evine dönüşü,” diye düşündüm. İnsan yenilmeden yıkılmadan, sessizce, savaşsız bir şekilde yurduna dönmek istemiyordu. Olaysız bir Odysseia yaşanmış gibiydi. Hafızam yerindeyken, evimi aramıyorken, er geç dönmek zorunda kalmış ve dönmüştüm. Başka yol yoktu, bütün yollar er geç eve çıkar. Varmak istemeseniz dahi.
Eve vardığımda büyük bir kalabalık vardı. Abimi gördüm. Daha doğrusu içinden baktım. Gözlerinin akı karasına karışmış, etrafını kızıl kılcal damarlar kaplamıştı. Babamı severdi. Sevgisi onu kurtarmaya yetmemişti. Yine de bir baba sevgisini sürdürmeye çalışıyordu içinde. Hoş, düşününce ölü bir babayı sevmek, yaşayan bir babayı sevmekten kolaydır. İnsan, ancak yaşarken kusurludur. Öldüğümüzde hepimiz iyi oluruz, en kötülerimiz bile. Annem, kadınların olduğu taraftaydı, muhtemelen kız kardeşimle yan yana ağıtlarını yakıyorlardı. Bir tür oyunun, oynanmaması düşünülemez parçalarından birini oynuyorlardı, cenaze must go on. Öyle ya da böyle, etkileyici bir toplanış olduğunu itiraf etmek gerek, babamın sevenleri çokmuş. Hoş, toplumsal anlamda hiçbir şeyi yanlış yapmamış bir adamın, elbette cenazesi de beklendiği gibi olacaktı. Ölüsü olanın ölüsüne, düğünü olanın düğününe gitmiş; yaz kış demeden, cebindeki parayı düşünmeden çevresine yardım etmiş; yardım etmekle kalmamış, çocuklarına göstermediği ihtimamı itibarına nakletmiş ve çevresindeki en önemli tacirlerden biri olmuş; işin sonunda da beklenildiği gibi ölmüştü. On beş yıldır, cehennemden sonra görmek istediği yer “burası” olan oğlu dahi gelmişti, bir şeyleri doğru yaptığı açıktı.
Her şey kuralına göre yapıldı. Neredeyse ağlamayı dahi başarıyordum, fakat son anda, hadsiz bir “amca”nın cenazelerde yapılan helvalar üzerine kurduğu ilginç bir tez dikkatimi dağıttı. Amcanın fikri çok açıktı, helva cenaze için doğru bir seçim değildi. Helva, mutlu bir tatlıydı. Ağızda dağılışı, yapılışı, kokusu… Her şeyi mutluluğu çağrıştırıyordu. Oysa, güllaç… İşte tam cenazelere göre bir tatlı! Hem beyazlığı ile ölünün saflığını ve günahsızlığını, hem de tatsızlığıyla ölünün ardından gelecek yasın hissini mükemmel hissettirebilirdi. Bu kof geleneklerden biraz uzaklaşılabilse, birkaç cenazede güllaç dağıtılsa, çağdışı helva geleneği de bitecekti elbet ama toplum cesaretsizdi işte. Böyle gelmiş böyle giderdi, insanları mutlu etmeye mi çalışıyorduk, yoksa yas tutmaya mı?
Üç gün sonra, kendimi babamın bakkalının içinde, hesapları toplarken buldum. Sonra garip bir “çıt” sesi yankılandı kulağımda. Yıllar ve yıllar boyunca burada kalacağımı, ailemin ve çevremin beklentilerini gerçekleştirmem gerektiğini, üç gün önce yaptığım otobüs yolculuğunun yaptığım son büyük yolculuk olduğunu, çünkü babamın her şeyinin planlı olduğu gibi ölümünün de planlı olduğunu anladım. Çantamda parlayan ve kaderi arkamdaki duvara asılmak olan işletme diplomamı hatırladım. İşleteceğim yegane yapı olan bu dağınık bakkalı izledim. “Kahor,” dedim fısıldayarak, “memnun oldum.”
Acı ile ancak böyle tanışılabilirdi. Üçüncü sigaramı yakmış ve tüm hayallerimden vazgeçmişken. Yaşamım yeni oyunlara yer bırakmayacak kadar kesinleşmişti, kaçış yolum kalmamıştı. Memleketime dönmüştüm, sonunda ve son olarak.
Bir Cevap Yazın