On Yedinci Bab: Palyatif

Aniden bir yerlere vurmak, bedenin dayanamayacağı bir baskı altında kaldığında gösterdiği ilginç bir tepkisidir; bir zamanlar mutlu olduğumuz yanılgısıyla anılarla kendimizi paralize etmek ise, zihnin. Elim titrerken ve zihnim anılara gömülmüşken, acıdan kaçmanın ne kadar zor olduğunu düşünüyorum, insan kaderinden çok acısına yazgılı. Kontrol edebildikleri ile kontrol edemedikleri arasında, “seçim” denen o safsatanın gölgesinde; bir yerlere giriyor ve çıkıyoruz, eğer biraz da şanslıysak bu yerler iyi yerler oluyor; mutluluk bu kadar basit, bir o kadar da imkansız.

Ceylanlar aslan tarafından yakalandıklarında, kendilerini ölüme benzer bir duruma sokarlar. Hareket etmez, nefes almaz, donmuş bir halde kaderlerine razı olmuş gibi sürüklenirler. Eğer, aslan bir an şüphe eder de avını bırakırsa, hemen bu donukluk halinden sıyrılıp koşmaya başlarlar. Hayatlarını kurtarmak için son şanslarını, güçlerince değerlendirirler. Doğada travma yoktur. Psikolog bir hipopotamı, diğer bir hipopotamın babasıyla ilişkisini irdelerken göremezsiniz. Sadece insana özgü bir yaşanmış bitmiş acıyı sürekli ve sürekli baştan değerlendirme yeteneği, evrimin hatalardan ders almamız için oynadığı küçük bir oyunun sonucu mu, yoksa pişmanlık gibi toplumsal bir güdünün yan ürünü mü… Bunu asla bilemeyiz. Fakat, acıyı bir kez değil, içimizde yer edinceye dek onlarca kez yeniden yaşarız. Bir tür “hak ettim” ile “ben bunu hak edecek ne yaptım” sorgusu arasında, kişiliğimizin uygun raflarından birine yerleştirir, işimiz düşünce de oradan çıkarıp yeniden yaşarız. İnsan unutması gereken şeylerde ısrarcı bir hafıza muhafızıdır, oysa hiç unutmak istemediğimiz mutluluklarımız zihnimizin köpükleri gibidir: Ancak uzaktan bakar ve nadiren elimizde gezdirebiliriz, uçar giderler.

Titreyen ellerimi izledim. Aklımın uçlarında bedenimin verdiği tepkiye dair bir sebep aradım, bulamadım. “Herkesin başına gelir,” demişti bir arkadaşım, “güçlü ya da zayıf, hayat herkesi bir noktada devirir.” Bir tür güreş halini iyi anlatan bu söz, hayatla aramızdaki ilişkinin anahtarı olan “devirme”yi içerdiği için daha çok hoşuma gitti. Hayattan bir şeyleri “alırız”, “koparırız”, “kazanırız”, sanki bir tür rakip gibidir yaşam. Fakat, hileli tüm oyunlarda olduğu gibi, kasa kazanır. Hayattan sağ çıkan yoktur. Hayat, herkesi -er ya da geç- devirir.

Odama gidip dolabı açtım. En temiz gömleğimle pantolonumu giydim. Dört gün kadar önce, sabah uyandığımda, göğsümün ortasında bir ağrı hissetmiştim. İki büklüm olup, istemsizce ağladığımı fark ettiğimde, işin ciddi olduğunu anladım. “Daha gençsiniz,” diyordu doktor, “hem bu genetik bir hastalık, tedavisi zor, fakat imkansız değil.” Not alın, eğer bir doktor “zor” diyorsa, hayat sinemanızın sonuna gelmişsinizdir. Eğer, diye mırıldandım kendi kendime, yaşamım uzun bir acı çekmeler oyunu olacaksa, masada durmanın manası yok, bahisleri kapatalım.

Acı, eskiden katlanıldığında insanı yücelik seviyesine çıkaran bir aracı gibiydi. Aşıklar, alimler, kahramanlar… Hepsinin acıdan geçen ve sonunda yüceliğe varan uzun yolculukları vardı. Fakat, acı olanca saçmalığıyla bu devirde bir yaşam yan ürünü olmaktan öteye geçemiyordu. İnsanın sürekli mutlu olması, eğlenmesi, eğer mutsuzsa da bunu gizlemesi gerekiyordu. Mutsuzluk, kişinin sorunuydu artık. Kişinin suçuydu hatta. Kişinin mutluluğunun sorumluluğu, kişinin kendisine verildiğinden beri mutsuzdu herkes. Toplumsal çabalar döneminde, devrimlerde, ayaklanmalarda… Ters giden bir şeyler vardı ve bu bizimle ilgili değildi. Oysa şimdi, tek suçlu bizdik. Arada bir yerde, zihnimizle nasıl bir oyun oynandıysa, mutsuzsak tüm suçu üzerimize yüklemişlerdi. Kendimizle kalmıştık. Ben, kendimle pek iyi anlaşamıyordum. Aslında, kimse de öyle kendiyle yakın değildi, tanıdığım herkes mutsuzdu ya da mutsuz olmak üzere küçük bir mutluluk anını deneyimliyordu. Kaçıyorduk, acıdan fersah fersah ve bir daha dönmemek üzere. Yüce olmak istemiyorduk, masum olmak istiyorduk. Mutsuzluk suçundan beraat edelim de, toplum elbet bizi mahvetmenin başka bir yolunu bulurdu, işi bu değil miydi hem?

Ben, yorulmuştum. Silahın namlusunu bezle sildim. Gömleğimin yakasındaki düğmeyi açık bırakmaya karar verdim. Tüm acılardan kaçmak için yaşanan son bir acı. İnsanın palyatif refleksi. En sevdiğim diziyi yayından kaldıran güçle, beni hayata getiren gücü bağlayan o görünmez ipler, aklımı boğarak beni kendiyle güreşen bir matadora çevirmişlerdi. Bıçaklarımı kendime saplıyor, kızıl pelerini kendi zihnimin önünde sallıyor, kendi kendimi sinirlendiriyordum. Bu güreşin sonunda kazanan olmayacaktı. Yakamdaki düğmeyi ilikledim. Hiçbir şey dağılmasın istedim. Acıdan olabildiğince uzağa kaçmak için, onu son kez göğüsledim.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: