
Son rötuşları da ekledikten sonra, kolumda bir yara dövmesinden çok, gerçek bir yara varmış gibi görünüyordu. “Bitti,” dedi, iğnesini ve diğer ekipmanlarını yavaş yavaş toplayan adam, “hala neden yara gibi gözüken bir dövme yaptırdığınızı anlamasam da.” Omuz silkti, paramı aldığım sürece sorun yok, anlamında bir hareket yaptı usulca. Sen de değilsin, dedim içimden, bu yüzden bilmene de lüzum yok.
İnsanların kör inançları vardır, bunlara neden inandıklarını bilmeseler de, hayatlarının kilit yanlarında muhafız gibi duran bu inançlarla sürdürürler yaşamlarını. Ben de ruh eşimi bulacağıma inanıyordum. Bunda ne var ki, diyebilirsiniz. Çoğu insan hayatlarının bir noktasında ruh eşini bulacağına inanır, çoğu yanılır, evliliklerin ve ilişkilerin yanılgıya dönüşmeden önce temellerinde hep “eş olma” inancı vardır. Fakat ben, eşimi ilk görüşte tanıyacağım bir işaretle beklemek istiyordum. Birbirimiz gördüğümüz an, hayat boyu aradığımız insanın karşımızda olduğunu kesin bir şekilde bilmeliydik. Bu sebepten bir yara dövmesi yaptırmıştım, bıçağını arayan bir yaram vardı, işim kolaylaşmıştı.
Bundan sonra yapmam gereken elbette bir bıçak dövmesi bulmaktı. Barlarda, kafelerde, kütüphanelerde… Kısaca gittiğim her yerde keskin bir bıçağı arayıp durdum. Binlerce pusula, kelebek, tüy kalem arasından geçip, o keskin bıçağı bulmak için gitmediğim yer kalmadı. Bu yarayı açan bıçak, kalabalığın içinde bir yerde, birinin derisindeydi. Bu kör inancın neden içimde böylesine yer ettiğini bilmiyordum, fakat bir noktada en mükemmel eş, biz daha onu tanımadan bizim için bir şeyler yapmış olandır, diye düşünüyordum. Bu tasarımızdan tamamen habersiz olsa dahi, sırf sezgileriyle, aklımızın bize oynadığı bu oyuna katılabilmelidir.
En sonunda, köhne bir barda, kolunda uzun bir şef bıçağı olan biriyle tanıştım. İçimde kabaran heyecanı anlatmaya kelimeler yetmez. Sonunda, yara bıçağını bulmuştu! Bar taburesinin üzerinde tek başına oturuyordu, içkisi bitmek üzereydi. Usulca bara yanaştım, iki bira ısmarladım. Yanındaki tabureye oturup, aldığım biralardan birini ona uzattım. “Adım Deniz,” dedim heyecandan çatallanan sesimle, “tanışabilir miyiz?”
İsmi Cenk’ti. Cenk Cihan. Uzun boylu, yakışıklı, fakat oldukça silik bir tipti. Civardaki mekanlardan birinde aşçı olarak çalışıyordu. Bıçak dövmesinin hikayesi de bununla bağlantılıydı. Henüz daha çömezken, hep üzerinde taşıyabileceği bir bıçak istemişti. Övünerek gösterdiği bıçak dövmesini okşarken, “bunun aynısı bir bıçağı ilk çalıştığım yerde hediye etmişlerdi,” deyip gülümsedi, “evimin bir köşesinde duruyor hala.” “Bakabilir miyim,” diye sordum, şaşırdı. İnsanlar tanışır tanışmaz birbirlerinin evine gitmezlerdi elbette, fakat ruh eşimi zar zor bulmuştum, kaybedecek zamanım yoktu. Atik olmalıydım.
İlk zamanlar bir suyun üzerinde usulca yüzer gibi geçti. İki aşık, iki dost, bir ruhun iki parçası gibi geziyorduk cihanda. Hayatın bana böylesine güzel bir hediye verdiğine inanasım gelmiyordu, fakat içimden, “nasip gayrete aşıktır,” diye tekrarlayıp duruyordum. Yaramı okşuyordum olur olmaz. Onun bana getirdiği, bana verdiği bu insandan hediye, hayal bile edemeyeceğim kadar güzel olmuştu. Cenk, gözlerini gözlerimden ayırmıyor; her fırsatta elimi tutuyor, zamanı oldukça bir yerlere götürüyor; zaman o kadar hızlı geçiyordu ki, ömrüm önümde koşuyormuş gibi hissediyordum. Ömrüme yetişemiyordum. Oysa, bu güne dek hep arkamdan paspal paspal gelen, tembel bir yoldaş gibiydi hayatım.
Bir süre sonra yaşamın yürüyüşü aksamaya başladı. Cenk sürekli sarhoştu. İşini savsaklıyor, sinirleniyor, sinirlendikçe kendine kızıyordu. Sonra bu kızgınlıkların başka bir özne bulması gerekiyor, en yakınında da ben oluyordum. İlk defa bağırdığında, işinden kovulmuş bir sevgilinin, kendine yedirememesinden doğan o aptalca gururundan doğan bu yüksek sesli haykırışı önemsemedim. Fakat bu gittikçe bir alışkanlığa dönüştü. Bağırmalar küfürlere, küfürler hedefi eşyalar olan öfkeli hareketlere, eşyalar da bazen hedefi ben olan rotalara vardı. Morarmış omzuma bakıp, “ruh eşim bu mu,” diye düşündüğümü iyi hatırlıyorum, “bana zarar veren bu adam, ruhumun eşi mi cidden?”
Sonrası bir yokuştan yuvarlanış haliydi. Cenk artık kendine sinirleniş aşamasını atlayıp, direk bana saldırmaya başlamıştı. Katlanıyordum, fakat bu katlanış içimi zedelemeye başlamıştı artık. Uzun uzun konuşup, sorun nerede bulmaya çalışıyorduk. Tüm konuşmaların sonunda, bürün suçlar bana atfediliyordu. Onu giymeseydim öyle olmazdı, onu yapmasaydım öyle olmazdı, sana vurmak beni daha çok üzüyordu. Neden böyle yapıyordum?
Sonunda bir gece ilk tanıştığımız yere gittik. Artık hayatımızın normali olan kavgalarımızdan birini etmeye başladık. İş öyle bir noktaya geldi ki, insanların içinde olduğumuzu önemsemeden, bir tokat savurduğunu gördüm. Eli yanağıma doğru gelirken, nereden geldiğini anlamadığım başka bir el, Cenk’i durdurdu. Suratına aynı elin eşi başka bir elin yumruğu patladı. Tabureden düştüğünde, yalpalayarak kalkmaya çalışırken, bir yumruk daha yedi burnuna. Bayılıp kaldı. Ben de donup kaldım, bu güne kadar dayak yemeye o kadar alışmıştım ki, bunun durdurulabilecek bir şey olduğunu unutmuştum.
“Adım Muaf,” dedi, tokadı durduran elin sahibi, “özür dilerim ama katlanamadım, tepki göstermek zorunda kaldım.”
Bakışlarım henüz yüzünü dahi görmediğim elin sahibinin kolunda sabitlenmişti. Bir süre kendime gelemedim. Kocaman bir jilet dövmesi, gülümser gibi önümde duruyordu.
Bir Cevap Yazın