
İsa masanın üzerindeki tabakları üzgün bir biçimde izledi. Kollarını iki yana açıp sırtını gerdi. Rahatlamaya çalıştı. Bu onun son kahvaltısıydı. “Aranızdan biri bana ihanet edecek,” derim diye fısıldadı, “Bu iyi, ondan önce de şey derim ‘bu benim kanımdır, bu da benim etimdir.’ Evet, böyle derim.” Gülümsedi. Önündeki yarı pişmiş yumurtayı yerken akşam yapacaklarını düşündü. Ev oldukça sessizdi. Oyunun son perdesi olsa gerekti bu, ya her şey başlayacak ya da her şey bitecek, başka yolu yok. Nasıra’nın güneşinin sıcaklığını hissetti yine suratında. “Bugün öleceğim,” diye düşündü, “ama çok sürmez.” Önündeki sudan bir yudum daha aldı.
Su ağzında acı bir tat bıraktı. “Ya ölmezsem, ya bunlar hayalse?” diye düşündü. O zaman babası yoktu, tanrı yoktu. Aslında hiç var olmamıştı. Fakat, ne anlamı kalırdı o zaman bu kadar çilenin ve mücadelenin? Madem babası yoktu, madem o da tüm insanlık gibi yetimdi bir bakıma, neden bu kadar açık seçik görüyordu geleceği? Kulağındaki fısıltılar onu bir kez olsun yanıltmamıştı. Bir ölüyü diriltmemiş miydi sahi bir el hareketiyle… Kendinden şüphe etme vakti değil, kendinden emin olma vakti bu sabah. “Dünyanın şüphesi dünyaya kalsın, ben ve fısıltım ölüp dirileceğiz, eminim,” diye düşündü, “Hep emindim, babacığım.”
“Kahvaltıyı yalnız başına yapmak da bir bakıma yetimlik,” diye fısıldadı eve doğru, “en azından son akşam yemeğim havarilerimle olacak.”
Bir Cevap Yazın