Yirmi Birinci Bab: Asansör

Asansör yirmi birinci kata doğru çıkarken, neden müdürün odasına çağrıldığımı düşünüyordum. Bu dünyada artık başını eğip işinizi yapmak da sizi kurtarmıyordu, neden başınızı eğip işinizi yaparken, aynı anda birkaç sosyal aktiviteyi ve çılgın bir yaşamı da sürdüremediğinizi sorguluyorlardı. Sessiz bir tip olmanın beni kurtaracağını düşünmüştüm, fakat başımı belaya sokmuştu sanırım. İnsanların küçük rahatsızlık nidalarıyla yanımdan geçmelerinden anlamalıydım, ara sıra gülümsemek gerekiyordu, bunu nasıl unuturdum; aforoz edilip yakılmam lazımdı, insanlara gülümsememek, ne büyük suç!

Asansörün metal renginin üzerinden yansıyan ışıklar ve aptal tonlarıyla çalan bir müzik, gerginliğimi daha da arttırıyordu. Ellerimin içi terlemeye başlamıştı. “Üçüncü kat,” diye çınlayan cırtlak bir kadın sesi, o an hangi katta olduğunuzu bildiriyor; olur da sayıları dahi tanıyamayacak durumda bir kişiyseniz, ya da ne bileyim görmüyorsanız, size yol gösteriyordu. Fakat sayıları görmenize, hatta içinizden yirmi altı kere yirmi birinci kata gidişinizi simüle etmenize rağmen, cırtlak bir kadın sesi size hangi katta olduğunuzu bildirince, kendinizi boktan bir ilkokul dersliğinde fişleri okumanızı söyleyen hoca tarafından ikaz ediliyormuş gibi hissediyordunuz: Ali ata bakıyor, hocam, biliyoruz!

Yeni müdür beni sevmemişti zaten, tanışmaya geldiğinde anlamıştım. Elimi hafifçe sıkıp, “aa, ben sizi önceki işimden hatırlıyorum, ‘sektörün dahi çocuğu’ diyorlardı size,” diye övgü içerikli bir sövgüde bulunmuştu. Sen dahisin ama ben senin üstündeyim, diyordu aklınca. Bu yarım akıllıların sırf insan ilişkileri iyi diye makam mevki sahibi oluşu olgusu ne zaman sona erecek merak ediyorum, evrim de öyle yavaş ki, bir türlü gelişemiyoruz. Hala, eski kabile dinamikleri sürüyor, omzu geniş ve sesi tok olan zayıf ve sessizi yönetiyor. “Şef” deniyor hatta onlara, sanki Afrika steplerinde ava çıkmış otuz kişilik birliğin başında, kafasında kartal tüyüyle satış rakamlarını sorarlarmış gibi. Şef!

“Dördüncü Kat!” Anladık. Ceketimi kaldırınca gömleğimdeki domates suyu lekesi görünüyor. Her sabah kahvaltısında üzerime bir şeyler dökmesem olmaz zaten. Oldum olası kurtulamadım şu sakarlıktan ve ıslak şeyleri yeme sevdamdan. Birinden vazgeçmem gerekiyor; ya dökülen şeyleri yemeyeceksin ya da dökülen şeyleri dökmeyeceksin, seçim senin. Müdür beni bunun için çağırmış olsa ne komik olurdu. “Şirketimizin yeni kurallarına göre üzerine bir şey döken çalışanlarımızın maaşlarına yıl sonunda zam yapamayacağız,” derdi, sonra babacan bir tonla eklerdi, “lütfen dikkatli ol.” Zam olarak verdiği de ceza olarak aldığı da kendi parası olamamasına rağmen küçük bir tanrı gibi davranmak hoşuna gider, onay beklerdi. “Elbette Şef,” derdim ben de, sonra da önüne yeni avladığım altmış kiloluk ceylanı koyardım. “Şaman bunu kutsadıktan sonra, kabilemizle ruhlarımızı ve bedenlerimizi doyuralım,” derdim. Kafasından çıkardığı kartal tüyünü avın etrafında gezdirir, ölü ceylanın ruhundan af dilerdi böylece, aklım saçma yerlere dağılmayı çok iyi başarıyordu; toparlan aklım, bu ciddi bir mevzu!

“Altıncı kat!” Ütüyü prizde mi unuttum acaba? Yok canım, ütü yapmadım ki. Prize takmadım bile. Hatta uzun zamandır ütüyle hiçbir ilişkim olmadı. İki hafta önce dokuz tane gömlek ütüledim, değiştirip değiştirip giyiyorum. Sürekli üzerime bir şeyler dökmesem, aylarca dayanır o gömlekler bana. Fakat, sürekli yıkamak gerekiyor, sakarlığımdan ötürü. Arada sırada nereden geldiğini bilmediğim küçük kan lekeleri buluyorum. Başta domates suyunun kurduğunu, kan gibi göründüğünü düşündüm, fakat iyice bakınca dokusu hiç de benzemiyor. Gidip piyasadaki en pahalı deterjanı almam gerekti bu yüzden. Bekarlık sultanlık diyorlar, peh! Sultanlık aşırı kötü bir meslek seçimi o zaman. Çünkü eğer boktan makarnalar yemek; yalnız uyumak; içinde biriken öfkeyi paylaşacak kimseyi bulamamak; mekanlarda eğlenebilmek için bile rica minnet bir arkadaşını ikna etmek zorunda olmak; tek gittiğinde sosyal bir canavarmış gibi ezici bakışlarla muamele görmek; uyumlanamamak; uyumlanmana yardımcı olacak bir insanın yokluğu; yalnız izlenen dizilerde gülerken birdenbire kendi sesinden irkilmek; her gece uyumadan önce bir tür geçmişte yaşanan ilişkiler geçidini izleyip pişman olmak; aslında şununla olurdu da, şu olmasaydı gibi kendinle yapılan uzun hesaplaşmalar; içilen sigaralar ve sağlıksızlığın kimse için problem olmaması; zamanla seslerden ve dokunuşlardan irkilir olmak; güven problemleri, bağlanma problemleri; bir treni kaçırılmış olma hissi… Eğer bu sultanlıksa, kalsın!

“On birinci kat!” Bıçaklarım hep bilenmiş oluyor. Küçükken uyuduğum yer ile uyandığım yerler hep farklı olurdu. Salonda uykuya dalar mutfaktaki halının üzerinde uyanırdım. Annem sürekli, “cinli bu çocuk, cinler alıyor geceleri bunu,” derdi. Artık bu farklı yerde uyanma alışkanlığıma o kadar alışmıştım ki, şaşırmıyordum bile. Uyandığım gibi etrafıma bir göz atıyor, eğer uyumak için vaktim varsa yatağıma seyirtiyordum. Bir süre sonra uyuduğum yerde uyanmaya başladım, herkes gibi. Neden böyle bir alışkanlığım vardı, neden birden bire durdu, hiç sorgulamadım. Çoğunlukla yaptığım gibi öylece kabul ettim olanları. Fakat ara sıra, işyerine gelişimi hatırlamadığım oluyor. Ne zaman giyindim, otobüse bindim, masama oturdum… Hiçbirini anımsamıyorum. Hoş, çoğu insan bu gereksiz külfet anlarını oldukça bulanık geçiştirir. Önemi olmayan anları beynimiz yorulması diye yaşarken sileriz. Kim iki buçuk saatlik bir otobüs yolculuğunun ayrıntılı hatırasını aklında tutmak ister ki? İşe gidiyoruzdur işte, o kadar. Ben de pek önemsemedim bu yüzden. Fakat bir keresinde, mesaiden bir buçuk saat önce masamda oturmuş kahvaltı yapıyordum; işin garibi, gülümsüyordum da!

“Yirminci kat!” Az kaldı. Müdür satışlarımdan memnun değil, büyük ihtimalle. Hala şirketin birincisiyim ama oldukça azaldı. Verdikleri müşteri listesinin dandikliği, ekonomik kriz, müşterilerin isteksizliği… Hepsi bahane aslında. Enerjim kalmadı. Kendimi “birisi” gibi hissettiğim zamanlar yitti sadece. Eylemlerimin sürekli başkaları tarafından belirlenmiş hedefleri oldurmak oluşu, içimde beni kemiren bir yılan gibi dönüp duruyor. İnsan kendi hedefleri olması gereken bir şey değil mi? Bana ne şirketin bu sene ne kadar büyümek istediğinden, bunun benimle ilgisi ne? İnsan, sırf bir şeyi mükemmel yapıyor diye, onu hayatı boyunca yapmaya yazgılı mı olmalı illa?

“Yirmi birinci kat!” Asansörün kapıları açıldı. Yavaşça çıktım. Kocaman iki büyük kapı ve onların yanında pirinç bir plakaya işlenmiş şefimizin adı. Kapıyı çaldım, “gel!” diyen sesi duydum. Ellerimin içini ceketime silip kuruttum. “Beni çağırtmışsınız müdür bey,” dedim, “umarım önemli bir şey yoktur.” Müdür elindeki kalemi gergin bir şekilde masaya vuruyor, bir an sonra söyleyeceklerine ne tepki vereceğimi ölçüyor gibiydi. “Dün gece birini öldürmüşsün,” dedi, “polisler seni arıyor.”

Başımdan aşağı kaynar sular aktı. Tüylerim ürperdi. Bir an içimde yanan alev sanki buz kütlesine çarpmış gibi uzun bir irkilme yaşadım. Ceketimi çıkardım. Domates lekesi olduğunu sandığım yerde, el ayasından biraz daha büyük bir kan lekesi vardı. O kadar tazeydi ki, sanki hala kan akıyor gibiydi. Titreyerek gömleğimi çıkardım. Sağ göğsümün altındaki kesiği gördüm. Gece yaşananlar birer birer aklıma hücum etti. Bıçak, boğuşma, karşı çıkış… Cinayet. Müdürün masasının önündeki sandalyelerden birine tutundum. Bayılacak gibiydim.

“Bunlar hep yeterince gülümsemediğim için,” diye fısıldadım.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: