Yirmi İkinci Bab: Çok Sonra

24 Şubat, Kışın ortası, Herhangi Bir Şehir…

Bu günlüğü yazmaya niyetlendiğim her gün, biraz daha anlamsızlaşıyor gözümde. Yoldan geçen köpekleri saymaya çalıştığım çocukluk yıllarımda annemin, “tam olarak sayılarını bilsen dahi, bir tanesine bile sahip olamayacaksın, o zaman amacın ne?” diye sorduğunda hissettiğim o kekremsi acı gibi bir tat bırakıyor zihnimde artık. Günlüğü yazmayı bırakmak istiyorum, fakat artık nefes almayı bırakmak gibi bir şey olur bu benim için. Seni unutmayı denerken başladığım bir alışkanlık, şimdi unutmama izin vermiyor, insanın yazgısı ne garip.

Güne yine kahvemi içerek başladım. Çiçekler sulandı, çamaşır makinesinden çıkarılan giysiler kurusun diye asıldı, kahvaltı hazırlandı. Az pişmiş yumurtamı çay kaşığıyla kabuğundan kazıya kazıya yerken, yapmam gereken öbür işleri planladım. Cevap yazılması gereken maillere cevap yazdım, birkaç iş emri girdim ve yine kahve. Tarihin hangi döneminde bir insan bu kadar az iş yapıp bu kadar fazla maaş alıyordur acaba? Piramitleri yapan işçilere, o dev kayaları taşımalarının karşılığı olarak üç litre bira ve yarım kilo ekmek veriyorlarmış. Ben birkaç tuşa basarak on yedi işçinin kazandığı ücreti alabiliyorum. Fakat hangi köle benim kadar mutsuz oluyordur, hiçbir anlama gelmeyen sanal bir piramidin tuştan taşlarını taşıdığı için?

Sen gittikten çok sonra para biriktirmeye başladım. Kilo verdim, kendimi izledim. O kadar uzun izledim ki, bu yeni ve güzel “ben” bile çirkin gözükmeye başladı gözüme. Sen varken bunları yapsaydım ne olurdu, sen olsaydın bunları yapabilir miydim? Hayatımız bir neden sonuç denkleminde çözülüp duruyor, biz de habire yeniden düğümlemeye çalışıyoruz yaşamın iplerini. Evi üç kere boyadım, sonuncusunda koyu yeşil tonlara yöneldim. Bir tür pinterest şablonu gibi, baktığım her yerde sanki mekanik ve başkasının tasarısı bir yan var. Benim evimmiş gibi gelmiyor, bir yuva olmaktan oldukça uzak, fakat görenler bayılıyorlar. Sen de görsen bayılırdın, sonra huysuz bir yüz ekşitmesi seansında, “senin de onlardan farkın yok,” diye paylardın beni. Güzel şeyler, nedense, asla yeterince güzel olmamıştır senin için. İnsanların zaaflarında, estetik tutkularında hep bir taklitçi yan bulurdun. Oysa, insanlık taklit ede ede toplum olmamış mı? Sen de biraz onlara uysan ne olurdu, ölür müydün? Şimdiki gibi mutsuz ve bahtsız kaderine sövmek yerine, bir pinterest evinde mutlu olurduk belki, kim bilir.

Kedi iyice yaşlandı. Artık üstüme atlayıp yüzümü çizmeye çalışmıyor bile. Tüm yaşlı canlılar gibi koltuğun bir yanına kıvrılıp televizyonda ne varsa onu izliyor, gündemi huysuz huysuz takip ediyor, sevmediği bir şey olunca küçük bir osuruk bırakıp odasına çekiliyor. Amcamın son zamanları gibi yani. Hatırlıyor musun, seninle amcaların evine davet edilmiştik, akşam yemeği için. Gecenin ilerleyen saatlerinde, çay ve çerez seansından sonra, amcam birden sesli bir osuruk bırakıp odasına çekilmişti. Yengem hem alışkanlıkla, hem de bu alışmışlığından utanarak, “yaşlandı iyice, farkında değil kendinin,” demişti. Sen de gülerek, “keşke biz de böyle olsak, içimizde hiçbir şey tutmasak, gitmek istediğimizde gidebilsek,” deyip gülmüştün. Yengem de gülmüştü. Ben, benden ayrılacağını ilk o zaman anlamıştım: İçinden atmak istediğin bir şeyler vardı, gitmek istiyordun; amcam gibi değildin, zamanını bekliyordun.

Elimdekilerle ne yapacağımı hiçbir zaman bilemedim. İmkanları bir türlü insanlığa yararlı bir şey için kullanamadım. Kendimi kurtarmam, birkaç hediye alabilmem, dara düşmüş bir tanıdığıma küçük de olsa yardım edebilmem yetti bana hep. Sen beni bu yüzden hiç sevemedin. Büyük rüyaları olan adamların yanında, büyük rüyaları olan kadınlar olurdu. Ben bu marksist, sosyalist, anarşist… Her ne karın ağrısıysa o dünyayı hiç anlayamadım. Olan bitenlerin sizin anlattığınız, tartıştığınız kadar kötü olup olmadığını bilmiyordum. Evden çalışan, tuşlardan dünyasında mutlu olan, küçük yaşamıyla yetinebilen biriydim sadece. Mongolia’daki ya da Kabran Dağı’ndaki insanların hallerini bilmiyordum, umursamıyordum belki. Sana ara sıra harçlık verirdim, borçlarını öderdim. Helal hoş olsun, ama affetmediğim yanların da olmadı değil. Elinde avucunda ne varsa toplayıp, Kabran Dağı’ndaki arkadaşına gönderdikten sonra, beni bir yemeğe çıkarmayı çok görmen, yüreğimi en içinden ezer dururdu. Günlerce, gecelerce anlatılan zafer türküleri, bana ısmarlanmış bir yemek kadar ikna etmiyordu beni işte. Bunu bilerek, belki de bunu bildiğinden sebep, bana o yemeği hiç ısmarlamadın. Evin içinde kurduğum dünyayı küçümseyip, yan koltuğumda büyük rüyalarını göre göre debelenip durdun. Sahi, eline ne geçecekti sonunda, başka bir koltukta debelenmekten başka?

Elinin lezzeti vardı, Sezar’ın hakkı Sezar’a. Fakat, yine bunu bildiğinden; o kadar nadir yemek yapardın ki, insanın bir yemekten diğerine hevesi kaçardı. Kaç defa rica ettiğim halde, ancak başka bir şeyle karnımı doyurduktan sonra, önüme buğusu tüten bir tencereyi getirirdin. Tok insan aç gibi yiyemez. Hiç, canım çeke çeke, karnımı doyura doyura yiyemedim yemeklerini. Ne yemeklerini, ne duygularını… Her şeyin bir tokluk üzerine gelen ekstra tadımlık gibiydi. Neden hayatın aslından tat almamı bu kadar engelledin; neden beni sevmediğin halde bu kadar beklettin; sahi, ben sana ne yaptım da, beni bu kadar az sevdin Muaf?

“İnsan o kadar önemsiz ki, midemi bulandırıyor,” demiştin bir seferinde. Ben de insandım, en azından, seninle yaşamaya başlamadan önce. Kendini sevmeyen birini sevmeye çalıştıkça, kendimden de iğrenmeye başladığımı, içim acıyarak fark ettim. İnsanın sevgisinin de sonsuz bir bakiyesi yokmuş, bir yerde bitiyormuş, bunu bana sen öğrettin. Sevgimi o kadar tükettin ki, gittikten çok sonra dahi kimseyi sevemedim, sevgim kalmamıştı. Uzun bir harcamadan sonra başımı ellerimin arasına alıp, “kendime bu kadar sevgi borçlandım, nasıl halledeceğim bu meseleyi,” diye ağlayarak düşündüm. Kalan sevgi kırıntılarımı parmak uçlarımı ıslatarak tuttum, ağzıma attım. Doymadım, zaten doymayı da beklemiyordum, tadını hatırlamak istedim sadece.

“Sıradan insanların intikamları olmaz, kabullenişleri olur,” bunu bana Nergis Teyzem söyledi, inanabiliyor musun? Hem de öyle, derin bir sohbette yüksek bir alıntı olarak değil, bir komşu dedikodusunun alelade bir bölümünde. Kendisine mirastan hiç pay bırakılmayan bir dayıoğlunun hikayesini bana aktarırken. Biraz dinlemeyi bilsek, etrafımızdan ne değerli sözlerin öylesine uçup gittiğini acıyla idrak ederiz aslında. Senin gibi mürekkep yalayıp koltuklarda debelenmese de, Nergis Teyzem de devrimcidir, ailede ilk kez kısa etek giyen kadındır. Peh! Senden çok yararı olmuştur dünyaya ya… Neyse.

Seni unutmak için yaptığım onca idman, gittiğim terapiler, yaktığım adaçayları… Hepsinin hakkı üstüme olsun, başaramadım işte. Bugün, doğum günün, kutlu olsun. En sevdiğin pastadan yaptım, senin için olmasa da, sanki senden bana bir hediyeymiş gibi yiyeceğim onu. Sanki seninle kutluyormuşuz gibi kutlayacağım bugünü. Fakat artık kırıntılara kanmayacağım, dilim dilim doyacağım. Seninle geçen günler harika değilse de güzeldi, fakat bekleyişten yoruldum, başka hikayelere yazgılıyım. “Gözlerimin ışığı söndü,demiştim son konuşmamızda, hatırladın mı? İşte, o ışığı bulmak oldu yeni işim, kendi hayatımın piramidinin taşlarını taşırken kölelik edişimi kutlayacağım. Sana da elveda, elbette, başka bir güne dek.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: