
Krallıklar çocuklar gibidir, onları izlerken, ne zaman yeterince büyüyüp sizi devireceklerini düşünüp durursunuz. Tıpkı çocuklar gibi halklar da istedikleri olduğu sürece babalarından memnun olurlar ve ona itaat ederler. Fakat, halkların bir farkı vardır, babalarını değiştirebilirler. Bu yüzden bir kral hep dikkatli olmalıdır. Gardınızı düşürdüğünüz an, işiniz bitti demektir.
Uruk Şehri’ni doğduğumdan beri yönetiyorum. Surlarının her taşında ismimin bir parçasını görebilirsiniz: Ulu Kral Gılgamış. Uzun zaman önce yaptığım bir yolculukta, ölümsüz bir insanla tanışmıştım. Adı, Utnapiştim’di. Bana ölümsüzlük sağlayacak bir iksiri bulmam için yardım etmişti, ben de onu şehrime dönerken bir yılana kaptırmıştım. Daha doğrusu, destanlarda yazdıkları çocuk masalı bu. Aslında kaybetmedim, hangi aptal ölümsüzlük iksirini kaybeder ki? Daha bulur bulmaz şişeyi kafama diktim, ve işte, iki bin yıldır Uruk’u onun ölmez kralı olarak yönetiyorum.
İlk iki yüz yıl rüya gibiydi. Hiçbir silahın ya da zehrin işlemediği bedenimle, halkın arasında ölmez bir kral olarak dolaşmak şahaneydi. Herkesin saygı duyduğu, kimilerinin içten içe ölmenizi dilerken dahi bunun hiçbir zaman olmayacağını bildiği, sarsılmaz bir güce sahip olmanın getirdiği eşsiz duruluk. Öyle mutluydum ki, mutsuz olduğum anları saysam daha az çıkardı. Ölümlü bir insanın hayatında asla yaşayamayacağı kadar berrak bir mutluluk dönemiydi benim için, mükemmeldi, fakat en büyük yıkımlar da böyle zamanlardan sonra gelir zaten.
Sonraki dört yüz yıl, büyük dünya fethine hazırlandım. Diğer bütün liderlerden daha çok yaşadığım için, onların salıncak gibi sallanan tahtlarının yanında benim koltuğum taştan bir anıt gibiydi. Tarihi anlamama gerek kalmıyordu, zaten ben oluşturuyordum olan bitenleri. “Kimse zamanı ve Gılgamış!ı yenemez,” diyorlardı, “Gılgamış zamanı yendiğinden beri.” Zamanı yenmek, insanlığı yenmekle eşdeğerdi. Ölüm korkusu olmadığında yaşamın anlamsızlaştığını söyleyenlere kulak asmayın, çünkü onlar ölecekler! Asıl savaşınız her zaman ölümledir, asıl savaşınızın galibi olduğunuzda, diğer küçük savaşlar size bebeklerin oynadığı oyunlar gibi gelir.
Ne kadar da safmışım. O altı yüz yıllık ölümsüzlüğe alışma sürecimde yaşadığım hazzı, sonsuza kadar sürecek sanıyordum. Bütün dünyayı fethedip Uruk’a döndüm. Artık kazanılacak bir toprak parçası ya da yenilecek bir lider kalmamıştı. Dünya tek bir devletten oluşuyordu, karşı çıkılacak bir güç yoktu, refah gelmişti. Tüm milletlerin zenginliği tek bir milletin olmuştu ve herkes o halkın mensubuydu. Elbette bu bazıları için mükemmel olan, bazıları içinse bir kabus hükümranlığına dönüşen bir dünyaydı. Seçim hakkı, zenginlik, sahiplik… Bunların hepsi Gılgamış’ın hükmü karşısında değersizdi. Hal böyle olunca da, kimse yarınından emin olamıyor, çünkü kazandığı tüm güç eninde sonunda bir kişinin ruh halinin insafına kalıyordu. Güçlüler dahi kendilerini güvende hissetmiyorlardı. Fakat halk açlıktan ölmüyordu, bolluk vardı, çoğunluğu ilgilendiren de buydu. Basitçe, umursamıyorlardı, çünkü durumları iyidi.
Sonraki dört yüz yıl yazılmış tüm kitapları okudum, hikayeleri dinledim, çalınabilecek tüm müzik aletlerini çaldım. Satranç, zar, kart oyunlarında benden ustası yoktu. İçkilerin tadı su gibi gelinceye kadar içtim, bütün yemeklerin tadı tavuk yemeğine benzeyene kadar yedim. Kendimi birkaç ay aç bıraktığım da oldu, yüksek dağlardan attığım da: Bir türlü ölemedim. Yaşam, deneyimlenecek hiçbir şey bırakmamıştı bana. Zaman geçmiyordu. Duyduğum her şeyi daha önce duymuş, gördüğüm her şeyi daha önce görmüş oluyordum. Daha olmadan olaylar kafamın içinde olup bitmeye, olacağını bildiğim şeyleri olurken seyretmeye başladım. Sıkıldım. Artık tat almıyordum. Fakat, ölemiyordum.
Bin iki yüz yaşımda bir yolculuğa çıktım. Bütün dünyayı dolaştım, tüm otları tattım, tüm hayvanları gördüm. En soğuk iklimlere de en sıcaklarına da şahit oldum. Uruk’a geri döndüğümde bin beş yüz altı yaşındaydım. Tanıdığım dağlar dahi değişmişti, fakat ben değişmemiştim. “Egalmak Sarayı ve Gılgamış,” diyorlardı, “bunları tanrının kendisi gelse dahi deviremez.”
Destanlarda anlatılan büyük yolculuğun doğru tarafları da var. Gerçekten de Enkidu diye bir dostum olmuştu. Bir gök boğası onu öldürmeden önce çeşitli yolculuklara çıkmıştık. Bana denk gördüğüm tek savaşçıydı. Hatta, belki benden iyidi bile. Fakat ölümün karşısında yapacak bir şey bulamamış, ruhunu teslim etmişti. Hala altından heykeli Egalmak Sarayı’nın önünde durur, hala tek dostum her sabah balkonuma çıktığımda bana selam verir. Hala, koca yaşamda sevebildiğim tek insanla buluşamadım. Önce, ölüm korkusu engel oldu; şimdiyse, yaşamın kendisi beni bırakmadığı için gidemiyorum yanına.
Son dört yüz yıldır şifacıları beni öldürebilecek bir iksir bulmaları için görevlendirdim. İstedikleri bütün imkanları önlerine serdim. Tek şart, bunu halktan gizlemeleriydi. Eğer halk ölümsüz krallarının ölmeye çalıştığını öğrenirse kaos hakim olurdu. Değil bir, yüz tane ölümsüz kral dahi galeyana gelmiş bir kitlenin önünde duramaz. Halk, ölümden de korkunç bir güçtür çoğu zaman; çünkü ölüme çare dahi bulunur, fakat kitlelerin nesillerce tutabileceği kin duyguları vardır, utançlarının örneği daha fazla olsa da.
Ve en sonunda, dört şifacı nesli geçtikten sonra, ilk görevlendirdiğim şifacıların torunları, elimde tuttuğum bu iksiri bulmayı başardılar. Şimdi balkonumdan Uruk’un surlarına bakıyorum. O kadar seviyorum ki bu şehri, onun için dünyayı yere sererim. Fakat iki bin yıl, iki aşık için oldukça uzun bir süre. Veda vakti geldi. Gözlerimi balkonumdan izlediğim Enkidu’nun heykelinin gözlerine diktim. Beş yüz yıldır unuttuğum bir biçimde gülümsedim. “Yanına geliyorum sevgili dostum,” diye bağırdım, “Uruk daim olsun!”
O gece Egalmak Sarayı’ndan ağlama sesleri duyuldu. Oysa sarayda sadece Gılgamış’ın kaldığı biliniyordu. Sahi, Ulu Kral Gılgamış, Uruk’un ve dünyanın hükümdarı, Yedi Kıta’nın Babası, Zaman’ın Varisi… Niye ağlıyordu?
Bir Cevap Yazın