
Su hep çok sıcaktı. Kabran Dağı’nın eteklerinde asileri ararken, ne zaman yağmur yağacak olsa, bir oyuğun içine kaçıp yağmurun geçmesini beklerdiniz, çünkü su sizi yakacak kadar sıcak olurdu. Günlerce aradığınız bir kamp bölgesine on kilometre kadar yaklaştıktan sonra, üç gün beklemek zorunda kalırdınız ya da derinizdeki yanıklarla ilerlemeyi kabul ederdiniz. Doğa asilerin tarafındaydı, zaten tarihin başından beri dünya hep asilerin tarafında olmuştur.
Ekibimiz beş kişilik küçük bir birlikti. Görevimiz ise basitti, asileri bulup imha etmek. Bir tür bomba gibi söz ediliyordu onlardan, sanki bizim sofralarımızda yemek yiyip, bizim okullarımızda okumamışlar gibi, artık zararlı bir böcek sürüsüydü onlar, yabancı ve iğrenç, ilaç sıkıp imha etmek gerekiyordu. Biz de kurşun yağdıran böcek ilaçları kuşanıp, saklandıkları yerleri arıyorduk. Fakat çoğu zaman, kim av kim avcı belli olmuyordu. Kabran Dağı için yapılan iktidar savaşı, yaşımızı geçkindi. Hal böyle olunca asiler bizden daha avantajlı konumda oluyorlardı. Bölgeyi daha iyi biliyorlar, oyukların yerini elleriyle koymuş gibi buluyorlar, nerede erzak olur kestirebiliyorlardı. Kral’ın kedileri olarak çıktığımız bu kedi fare oyununda, zamanla asıl farelerin biz olduğumuzu anlamıştık. Yem olan bizdik, birinin evinde öldürülmeyi bekleyen yabancı bir misafir gibi dolanıp duruyorduk, şanslıysak ev sahibini yerinden edecektik. Fakat şans dahi asilerin tarafındaydı. Halk da son dönemde onların tarafında gibiydi. Bir tarafta kral ve kedi gibi görünen fareleri, diğer tarafta dağın kurtları ve koca halk kitlesinin desteği, kimin eninde sonunda galip geleceğini kestirmek zor değildi.
Aslında bütün bunları başlatan, Kral İkinci Gılgamış’ın koyduğu gereksiz bir vergiden kaynaklanıyordu. Bundan elli yıl kadar önce, hayvanı olan her köylünün evinden iki altın gabe (Yergök parasıyla on tavuk alınabilecek bir miktar) vergi için memurlara veriliyordu. Halk bunun fazla fakat adil bir miktar olduğunu düşünüyordu. Zaman zaman veremeyecek kadar düşkün olanlar olsa da, ortalama bir köylünün ödeyemeyeceği bir miktar değildi. Bir gün, Kral İkinci Gılgamış’ın kızı Metis, çobanın biriyle evlenmeye karar verdi. Kral tüm gücü ve öfkesiyle buna karşı çıktı, yine de sözünü geçiremedi. Kızı çobanla kaçtıktan sonra, ülkenin üzerine kara bulutlar çöktü. Kral bir yıl kadar konuşmadı. Yemeden içmeden kesildiği söyleniyordu, babası gibi canına kıyacağından korkuluyordu, ülkede gerginlik hakimdi. Saraya her gün hediyeler, kralın moralini düzelteceği umulan meyveler, çeşitli bölgelerden getirilen hokkabazlar, cüceler… Elinde ne var ne yoksa gönderiyordu insanlar. Fakat kral düzelmek şöyle dursun, git gide kötüleşiyordu. O güleç, babacan, adalet timsali adam gitmiş; yerine keyfi idamların ve zalim cezaların kralı gelmişti. Herkes mutsuzdu, fakat hala umut vardı, elbette bu da çok sürmedi.
Bir gün vergi iki yüz gabeye çıkarıldı. Bu düpedüz fazlaydı, adil falan değildi. Köylüler toplanıp kral insafa gelsin diye onunla konuşmaya çalıştılarsa da nafile, hüküm verilmişti. Dişinden tırnağından arttırabilenler vergisini ödüyor, fakat çoğunluk ya memurlara rüşvet veriyor ya da hepten çiftliklerini geride bırakıp kaçıyorlardı. Cezaların zalimleşmesi, hükümlerin artık neden verildiğinin belli olmaması, korku atmosferini beslemişti, durmanın manası kalmamıştı. Yergök’ün en ucunda, sadece suçluların ve toplumdan kaçanların olduğu bir bölge olan Estar’a gidiyorlardı. Estar’ın yanında da krallığın kalbi Kabran vardı. Kabran öyle iyi korunuyordu ki, Estar’a asker kalmadı diye dalga geçiliyordu.
En sonunda Estar, vergisini ödeyemeyip kaçanlarla öyle dolup taştı ki, Kabran’a taşmaları kaçınılmaz oldu. Fakat birisi ne zaman Kabran’a geçmeye çalışsa, askerlerin kesin infazıyla karşılaşıyordu. İnsanların bir seçim yapması gerekti; ya açlıktan öleceklerdi ya da Kabran’ı işgal etmeye çalışırken kıyılacaklardı, aslında ortada bir seçim olmadığını anlamışsınızdır. Kabran’a ilk saldırı otuz dört sene önce yapıldı, bir koridor oluşturan asiler, Kabran Dağı’nın zirvesini ele geçirdiler. Kral diğer bölgelerdeki askerlerin yarısını bu bölgeye taşıdı. O zamandan beri Kabran Dağı hem asiler için bir kafes oldu, hem de halkın umudunun simgesi. O kadar uzun süredir işgal altında ki, bazı haritalarda Kabran Dağı sanki başka bir ülkenin dağıymış gibi çiziliyor, fakat kral yılmadı.
İlk on yıl asilerle görüşmeyi kesinlikle reddetti. Dağdaki kurtlarla beraber ölmek istiyorlarsa kendileri bilirdi, fakat yüce krallarının onları tanımaları gibi bir meseleden bahsetmek küfür olurdu. On yıl yoklarmış gibi davranıldı; sonraki on yılda bütün askeri birlikler Kabran Dağı’nı geri almak için eğitildi, fakat aynı zamanda asiler de onlara katılan diğer köylülerle güçlendiler ve dağı öğrendiler; son on dört yılda da bitimsiz bir savaşı sürdüren iki tarafa dönüşüldü. Ne asiler vazgeçti ne kral, olan arada ölen askerlere ve köylülere oldu.
Savaş, işgal ya da direniş… Nasıl adlandırırsanız adlandırın, o kadar zamandır sürüyordu ki, dağdakiler de onları oradan çıkarmaya çalışanlar da asıl nedeni unutmuşlardı. Artık bir inadı sürdüren insanlardan başka bir şey değildik. Cebimdeki mektubu yolladım, burada son günlerimdi, evime döndüğümde oğluma sarılmaktan başka gayem yoktu. Dağ asilerin ya da kralın olsa ne olur, olmasa ne, bizi ilgilendiren bir mesele yoktu. Güç, ancak büyük bir kısmına sahipseniz sizi ilgilendirir, bunun dışında ancak onun tarafından yönlendirilirsiniz, kaderinize razı olursunuz. Bu iki taraf için de geçerlidir, ona boyun eğmek nasıl bir kabullenişse, ona karşı çıkmak da başka tür bir kabulleniştir sadece.
Bulduğumuz bir oyukta yağmurun dinmesini beklerken, yere vuran sıcak yağmur tanelerinden gelen buhar nefesimi kesiyor. Burada bunaltıcı bir atmosfer yokmuş gibi, bir de sürekli buhar sisinin ciğerlerinizi yakan o yapışkanlığıyla uğraşmanız gerekiyor. Kralın beni bizzat çağırıp kutsadığı gün geldi aklıma, “benimle dalga geçiyorlar,” dedi sinirle, “kalkıp yanlarına gidemem sanıyorlar, fakat sizler ellerim ve ayaklarımsınız, sizin aracılığınızla hep orada olacağım.” Yalan yok, etkileyici bir hitabeti vardı, fakat yavan bir konuşmaydı. İnsanları harekete geçirebilirdi, fakat peşinden sürükleyemezdi. İhanet iğrençtir, doğru, ama asi olmakta insanı çeken bir yan vardır hep.
Sonunda yağmur dindi. Birden deprem oluyor gibi sallanmaya başladım, taşlar üzerime yağdı, oyuk üstümüze kapanıyordu…
“Banyo vakti bitti,” dedi annesi, engelli çocuğunu yıkadığı leğenden çıkaran anne, havluyla kuruturken saçlarını okşuyordu bir yandan, “su sıcak değildi, değil mi, canını yakmadım umarım.”
Muaf, her zaman konulduğu yerden, hiç gidemediği fakat sürekli izlediği parktaki tepeye penceresinden bakıyordu. Tepede oynayan çocuklar ara sıra pencereden içeriye bakıyorlar, cama taş atıyorlar, pencere açıkken küfürler edip kaçıyorlardı. “Benimle dalga geçiyorlar,” diye düşündü içinden, “kalkıp yanlarına gidemem sanıyorlar, fakat sizler ellerim ve ayaklarımsınız, sizin aracılığınızla hep orada olacağım.”
Tepeye hayali askerlerini göndermeye devam etti, bir gün parktaki Kabran Dağı’nı fethedecekti.
Bir Cevap Yazın