
“Seninle ilgili değil,” dedi hemşire usulca, “hayat senden daha büyük bir resimdir. Fazla yakından bakarsan, kendi silüetinde kaybolur gidersin.” Söylediklerinin doğru olması bir yana, içimden taşan hisleri bir an olsun yavaşlattığı için minnet duydum ona. “Hayat benden büyük,” diye fısıldadım, “zarları ben atmıyorum, gelen sayılara göre ilerliyorum sadece.”
Hastaneden elimde belgelerle çıktığımda, annemi geride bıraktığım için suçluluk duydum. Fakat ölüleri götürmenize izin verilmiyordu, en azından oradaki işleri bitene kadar. Yaşam, sandığımız gibi bir olasılıklar bahçesinden çok, bize verilenleri değerlendirdiğimiz bir poker masasıdır çoğu zaman. Kumar elinizdekiler bitinceye kadar oynanır, fakat tüm oyunlar nihayetinde biter, en sonunda hep yaşamın büyük kasası olan dünya kazanır. Gömülür, elinizdekileri tüketmişliğinizle hatırlanırsınız. Masada kalan çiplerinizi bazen çocuklarınız kullanır, bazen de borcunuzu öderler. Öyle ya da böyle, hayat herkesle bir şekilde hesabını kapatır.
Eve döndüğümde belgeleri girişteki masanın üzerine bırakıp içeriye seyirttim. Belli belirsiz bir ses olsun diye televizyonda rastgele bir kanalı açtım. Koltuğa çöktüm. Şimdi ne yapacağım, diye sordum içimden. O kadar uzun süredir hastaneye gidip geliyordum ki, bunun dışındaki hayatımda ne yaptığımı unutmuştum. Telefona baktığımda bir iki gereksiz mesaj hariç beni ilgilendiren bir şey yoktu. Sosyal hayatım biteli çok olmuştu. Her çağırdığınızda annesinin yanında onun ölümünü bekleyen arkadaşınızı bir noktadan sonra çağırmamaya başlıyordunuz, yaşamın doğası böyleydi. Koşullu çaresizlik sadece hayvanları etkileyen bir fenomen değildir, insanların da aşamadığı hayali sınırlar vardır, hayvanlarınki kadar kesin ve keskin olmasa da.
Ocağa su koydum. Bir kahve içmenin olan tüm şeyleri yatıştıracak bir gücü olabilirmiş gibi bari buna sığınayım istedim. Annem öldü, yapacak bir şey yok, hayat artık dünden daha kötü. Zarlarını attı ve iki tane kocaman bir’i gördü: Azrail’in gözleri keskin olur, kaybeden kumarbazları çeker alır, masada kimse haddinden fazla duramaz.
Kahveyi içtikten sonra üç yıldır görüşmediğim ağabeyime bir mektup yazdım. İnsanlardan uzakta, kimsenin ulaşamayacağı bir dağ evinde yaşamayı kafasına koymuştu. Okuduğu felsefe kitaplarından kafası bulanmış bir halde, kendini toplumdan soyutlamıştı. Modern dünyanın iletişim araçlarından hiçbirin kullanmıyordu. Siz de sanki seksenlerde yaşıyormuş gibi mektupla haberleşmek durumunda kalıyordunuz, sinir bozucuydu, ama insan abisini öyle kolay kolay bırakamıyor.
Abi, dün annemiz öldü, üzgünüm. Her ne kadar ne benden ne de ondan haber almak istesen de, sana bunu söylemek boynumun borcu gibi hissettim. Eskiden, yani biz bu kadar yaşlı değilken ve günler daha serin akıyorken, hepimizi toplayıp bir çiftlikte yaşamak istediğini hatırlıyorum. Her sabah taze süt içmek, koyunlarla uğraşmak, bitkilerin kendi ritimlerinde akan giden hayatları içinde bir yer bulmak, iklimlerin o kendine has dilleriyle seninle konuşmalarını dinlemek ve belki birazcık huzur bulmak için uğraşıyordun. Hiçbirimizi ikna edemeyeceğimizi anladığında, tek başına kaçıp gittin ve hayalini yaşadın. Ne aradın ne sordun, fakat ben sana bunlar için hiç kırılmadım. Parasız kalıp, evimizi satmak zorunda kaldığımızda, annem hasta olduğunda, babam öldüğünde… Yani hayatın binbir türlü haliyle baş başa kaldığımda, her ne kadar yanımda güvenebileceğim biri olsun istediysem de, senin kendi halinde kurduğun dünyaya çomak sokup onu bozmak istemedim. Yazdığım mektuplara cevap yazmamanı hiç umursamadım. Babamın cenazesine gelmediğin, beni bir ölünün yüküyle yalnız bırakıp, insanların ortasında bıraktığın için seni suçlamadım. Bunları, sanki hayatın olagelen durumlarıymış gibi karşıladım. Annemin ilaçları için aynı anda iki işte çalışmak zorunda kaldığım için, yardımsız ve yakınsız bir yaşamda tek başıma bırakıldığım için, zaman zaman konuşacak tek bir dost bulamadığım için, kısacası, yanımda olmadığın için senden nefret etmedim. Hatta, seni daha çok sevdim. Hayallerini yaşamak için, kaçıp gitmek zorundaydın ve bunu yaptın. Abi, canım, annemiz öldü. Senden, yıllardır tek başına savaştığım hayata kolaylık sağlayacak tek bir şey bile istemedim, şimdi, lütfen, cenazeye gelir misin? Kardeşinin hatrı için. Seni çok seven, Muaf.
Postaneye gidip zarfı memura uzattım. Bana anlamaz gözlerle baktı. Durumu açıklamaya uğraşmak yerine, sessizce anlamasını bekledim. Garip bir mırıltıyla mektubu aldı, işlemin tamamlandığını belirten bir baş hareketi yaptı, böylece beni oradan def etmiş oldu. Caddeye çıktığımda kendimi koca dünyada bir başıma kalmış gibi hissettim. Uzun zamandır böyle yaşıyor olsam da, hiç bu kadar somut bir olgu olarak vurmamıştı yüzüme. İnsan dayanaksız kaldığında dünya depremlerle sallanıyormuş gibi gelir, içinizden dışınıza lavlar ve levhalar hareketlenir, tüm cihan düşmanınız olur birden. Oysa zaten, sürekli böyle değil miydim, kimim vardı ki?
Evin hemen altındaki kahvenin aşağısına açılan bir kapıdan geçtiğinizde, sizi bambaşka bir dünya karşılıyordu. Dumandan gözün gözü görmediği, masalarında deli dehşet bir ciddiyetin sezildiği, ortada büyük paraların döndüğü büyülü bir dünyaya giriyordunuz. Yasadışı kumar alemi, tarihin başından beri müdavimleriyle daim bir ortam olmuştur. İnsanlar kumar oynamayı bir sebepten severler: Kumar hayat gibidir, kontrolünüzde değildir, fakat bazen yüzünüze güler. Çoğunun para için bile değil, zarın atıldıktan sonra döndüğü o birkaç saniye için oynadığını biliyordum. İnsan, nasıl oluyorsa, üzerinde numaralar olan iki küçük plastiği atıp, yaşamını hepten unutabiliyordu. Kazanmakla kaybetmek arasındaki o küçük anda, bütün dertlerinizi unutuveriyordunuz. Bu yüzden bütün kumarbazlar, döner dolaşır, o masalardan birine otururdu elbet. Hayat da kumar değil miydi, yaptığımızın kötü bir şey olduğunu söyleyenler, yaşamın kendisini boklamış olmuyor muydu son kertede?
İçeri girdiğimde beni Kahor karşıladı. “Oo, Marduk efendi, sen buralara gelir miydin,” diye bağırarak, aslında insanlara müdavimlerden birinin geldiğini haykırıyordu. Gülümsemeye çalıştım, uzattığı elini sıktım. Beni çok önceden tanıdığı için elimi bırakmadan usulca oynayabileceğim bir masaya götürdü. Sonra bir sandalye çekip oturmamı işaret etti. Tahta bir bardağın içindeki iki zar ve ortadaki paralar: Klasik bir barbut için gereken her şey hazırdı. Cebimden yarım deste para çıkardım. Annemin kefen parasıydı. İçimden ağlamak geliyordu, fakat bunu bile kendime çok görüyordum. “Dikkat edin donunuzu almasın,” dedi Kahor, masadakilere gülümseyerek, “yılanın sırtını hepinizden iyi bilir.” Bu, bilmeyenler için, zarları atmaya çok meyyal insanlara söylenirdi. Kumarı bırakmadan önce “Kırbaç Muaf” derlerdi bana, zarları öyle bir atardım ki, sanki onları yönetirdim. Birkaç kere hile yapıp yapmadığımı sormuşlardı hatta, yapmadığımı söyleyince de şaşkınlıkla gülmüşlerdi, bir namım olduğu söylenebilirdi bu alemde.
Paraları ortaya koydum, içinde zarlar olan tahta bardağı elimde çevirmeye başladım. Daha önce benimle oynamış biri vardı masada. “Dikkat et Kırbaç,” dedi gülerek, “her şeyini kaybetme.”
“Zaten her şeyimi kaybettim,” dedim usulca. Zarları yuvarladım, kazanmama imkan yoktu.
Bir Cevap Yazın