Yirmi Sekizinci Bab: İki Kayık

Suyun içinden esiyormuş gibi gelen rüzgar kulaklarımı üşütürken, bundan üç ay önce, o sahil kasabasında geçirdiğim sıcak zamanları ne kadar özlediğimi fark ettim. “İki kayık,” diye mırıldandım, “neden iki kayık yaptım ki?” Sol gözümden aşağıya bir yaş aktı, arkasından yanağımda nehir gibi bir iz bıraktı. Hüznün de rotaları vardır, diye düşündüm, kimse öyle gelişigüzel heba olmaz. İlginç bir biçimde, bütün yolculukların başında, hayatınızın değişeceğini fısıldayan bir an vardır, fakat ille de gidip görmeniz gerekir nasıl mahvolacağınızı. O sahil kasabasından ayrılıp, kayıkla karşıya geçtiğim gün, o sesi ne kadar net duyduğuma inanamasınız.

Estar Adası’na geri döndüm. Tuttuğum balıkları içine koyduğum kovayı alarak evin yolunu tuttum. Balıkların temizlenmesi, tuzlanması, tahta şişlere geçirilmesi ve pazarda bekleyen Kahor’a verilmesi gerekiyordu. Bazılarını kendim için ayırıyordum, geri kalanını da Kahor’a satıyordum. Aldığım parayla yağ, şeker, un gibi ihtiyaçlarımı karşılıyordum. Bu adada kimse televizyon izlemezdi. Akşamları sahilin bir kenarında toplanıp çay içiliyor, sohbet ediliyordu. Ayda yılda bir, yabancı biri uğrarsa, Kahor gelişinin şerefine gitar da çalardı. Onun dışında hayatlar tekdüze bir alışmışlığın içinde sürer giderdi. Herkes bir diğerinin ne yaptığını bilir, ona ihtiyacı olduğunu hissederdi. Birinin çocuğu, hepsinin çocuğuydu; birinin cenazesi, hepsinin cenazesiydi; birinin düğünü… Konuyu anladınız bence. Aralarına en son katılan bendim. Belli belirsiz bir düzeni bozmuşluk hissi dışında, bana da içlerinden biri gibi davranıyorlardı. Bir sürünün içine saklanarak onlara dahil olmuş yakın bir tür gibiydim, fakat onlara uyduğum sürece sorun yoktu, gidişatı değiştirmiyordum.

Pazardan aldıklarımla evime döndüğümde, masadaki kitabın rüzgarın azizliğiyle açıldığını gördüm. Tesadüfleri severdim. Hangi sayfanın açıldığını merak ederek, elimdekileri bırakıp, kitabı okumaya başladım:

…gitmişti. Ve Albay kör olduktan sonra, resim yapmaya merak salmıştı. Gözleri kartal gibi gördüğü zamanlarda, hiç ilgisini çekmeyen bu sanatı, birdenbire hayatının merkezine koymuştu. Salonda yaptığı resimleri sergilediği bir duvar vardı. Karısı her yaptığı resmi bu köşeye asıyordu. Mutfakta telefonla konuşurken, artık eskisinden de sessiz dedikodu yapıyor -çünkü körlerin daha iyi duyduğunu herkes bilir- kocasının yaralandığı son savaştan sonra aklını kaçırmış olabileceğini düşünüyordu. Nereden çıkmıştı birdenbire resim yapmak? Nitelikli bir asker emeklisi olarak, onuruyla ölüme yürümek varken, bu saçmasapan hobi de nereden çıkmıştı? Yaptığı resimleri göremiyordu bile! Gidip boyaları, malzemeleri alan; önüne dizip, hangi kapta hangi rengin olduğunu söyleyen; bütün aşamaları izleyip, Albay’ın hatalı yaptığı yerleri düzelten hep Albay’ın karısıydı. Sessiz sessiz ağlamasına rağmen, nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde hıçkırıklarını duyan Albay’ın azarlarına katlanıyor, bir zamanlar çok sevmiş olduğu o kahraman erkeğin dönüştüğü bu sünepe sanatçı tipe akıl sır erdiremiyordu. İşin garibi, ne kadar çok boya alırsa alsın, bütün resimlerde kan kırmızısı bir ton vardı. Birkaç defa kırmızı boya bile koymadığı halde, resmin ortasında kocaman kan rengi bir figür olduğunu görmüştü. Albay boyaların rengini göremese de, önüne kırmızı konulmadığında ya resim yapmıyor, ya da keskin bir şey bulup boyaya kendi kanından katıyordu. Yarasını sararken, onu sanki bir çocukmuş gibi azarlayan eşine aldırmıyor, “kırmızıyı unutma bir daha,” diye mırıldanıyordu. “Kör taklidi yaptığını bile düşündüm anne,” diye telefona doğru sessizce fısıldıyor Albay’ın karısı, “fakat gözlerinin tümünü aldılar, boş göz çukurlarından nasıl görebilir ki.” Hattın diğer yanından gelen annesinin sesi ve ağlamaklı önerileriyle biraz huzur buluyor. Yoksa bu iş dayanılacak gibi değil. Eskiden sadece savaş alanlarıyla sınırlı olan ve asla evlerine sızmamış o kan kırmızı atmosfer, gitgide yaşamlarının ortasına yerleşiyor gibi hissediyor, korkuyordu.

Kitaptan kafamı kaldırdım. Ara sıra -niye iki kayık yaptım ki?- kafanızda bir ses, sürekli kapıyı çalan davetsiz bir misafir gibidir. Gelmesini istemediğiniz -niye iki kayık?- fakat yine de gelen. Belki de insanların bazen ayrı olması gerekiyordur, ayrı yollara gitmelerinin önüne geçilemiyordur. Çoğu zaman hayat, sizin kararlarınızın sonucu değil nedenidir aslında. Olanlara tepki veriyorsunuzdur basitçe. Bazı insanlar doğuştan süreklenirler, bazıları bunu sonradan öğrenir, bazıları da çabalamayı bırakıp öylece akarlar. Öylece akanlar, hayatın kararlarını anlayıp ona uyum sağlamayı başarmışlardır. Olanların önünde bir engel gibi durmak yerine, suyun aktığı tarafa doğru kulaç atarlar. Siz debelenirken onlar su ile uyumlu bir şekilde yüzerler. Mutlulardır. Fakat akışın gittiği yerden memnun değilseniz, ya boğulmayı göze alırsınız, ya da varışı yavaşlatmaya çalışırsınız… Derenin yatağını değiştirecek haliniz yok ya.

Altı ay önce, akanlardan biriyle tanışmıştım. Adı, Deniz’di. Bir sahil kasabasından doğup büyümüş biri için, koyulabilecek en dandik isimlerden biriydi. Birbirimizi görür görmez tanımıştık: Ben debeleniyordum, o akıyordu. Ellerimden tutup, büyülenmiş gibi geçirdiğim üç ay boyunca, hayata direnmemenin, oluşun ve olduğu gibi kabullenilmiş bir yaşayışın ne kadar güzel olduğunu gösterdi bana. Karşıdaki adalardan birine gidip, orada bu sahil kasabasından bile daha mütevazi bir yaşamı beraber göğüsleyecektik. Malzemeleri hep gerekenden daha fazla alıyor, kocaman bir gemi yapabilecek kadar tahta yüklenip sahile gidiyorduk. İlk kayık bittiğinde, “ya başına bir şey gelirse, yedek bir kayığımız daha olmalı,” dedi. Balığa çıkanlar bilir, bazen bir şeyi tamir etmektense yenisini yapmak daha az zahmetli olur, hele konu ıslanmış tahtalardan oluşan bir kayıksa. Gideceğimiz adada yeterince odun bulamayacağımızı düşündüğünü söyledi. Eğer kayığa br şey olursa da buraya dönmek için başka insanların yardımına muhtaç olacaktık. Bu kararı zaten en başından kimseye muhtaç olmamak için vermemiş miydik?

İki kayık da tamamlandığında, ayrı ayrı kayıklara binip suya açıldık. Yüzümdeki gülümsemeyi görmeliydiniz, ilk birkaç dakika, aynı tarafa doğru kürek çekerken birbirimize aşkla gülümsüyorduk. Sonra birden, Deniz gideceğimiz adanın karşısındaki küçük adaya doğru kürek çekmeye başladı. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki, onu takip edemedim. Nasıl anlatılır, beraber geçen günlerimizin sonuna geldiğimizi anlamıştı. Şimdi içimden beni kemiren o ses, ilk o zaman başladı konuşmaya, “neden iki kayık yaptın,” diye sorup durmaya.

Fakat o bakış, o gün gözlerinde gördüğüm o kurşun gibi bakış… Eğer, diyorum, eğer başka bir kayık olmasaydı, hatta tek kayık dahi yapmamış olsaydık bile, yine de yüzerek giderdi o adaya. Şimdilerde “Deniz Adası” diyorlar oraya, tek başına yaşadığı için. Bazen balık tutarken görüp el sallıyorum, karşılık vermiyor. Kayığı parçalayıp küçük bir kulübe yapmış kendine, demek ki başından beri planı buymuş. Yeterince odun olmaz, derken, kayığı değil evini düşünüyormuş.

Yine de hayat güzel, -neden iki kayık yaptım ki?- evet, hayat hala serin ve güzel. Eğer müdahale edersem, debelenmiş olacağım. İçim kanaya kanaya, hislerimi bu duruma kurban ede ede, akışa bırakmaya çalışıyorum kendimi. Beni boğacak, evet, elbet bir gün boğulacağım. Bunu biliyorum. Yine de debelenmiyorum inatla. Akışın beni nereye götüreceğini merak ediyorum, hepsi bu.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: