
Evin salonunun ortasında duran para dolu çantaya gözlerini dikmiş bakmakta olan üç kişi, sessizliği bozmaktan korkarak, fakat birinin de sessizliği bozmasını delicesine isteyerek, kanlarında bir tren ilerliyormuş gibi sarsıla sarsıla bekliyorlardı. Biri biraz daha sesli nefes alsa, aksırsa, ya da ayağa kalksa, tepkimeyi başlatacak o hareket yapılmış olacak, bir ses çıkacaktı. Aksi gibi herkes put gibi bekliyor, bu kutsal sessizlik anını bir diğeri bozsun istiyordu. Sanki sessizliği öldürmüş olmak, bu odada işlenebilecek en büyük suçtu ve kimse bu suçu üstlenecek kadar cesur değildi.
Marduk, hafifçe öksürerek oturduğu yerden doğruldu. Bir doksan boylarında, kilolu, üçe vurulmuş saçları ve sakalsız yüzüyle olduğundan üç-dört yaş daha küçük durmasına rağmen, sesinin kalınlığı sebebiyle konuştuğunda görüntüsünün yarattığı farkı hızla kapatıyordu. Aralarındaki en sakin, olayları enine boyuna ölçüp konuşan, plansız hareket etmekten nefret eden kişiydi. “Şimdi siz bu para için, nereden geldiği belli olmayan bir hediye derken,” sertçe öksürdü, “yoldan bulduk mu demek istiyorsunuz?”
“Tam olarak öyle değil,” diye cevapladı Muaf, “elbette bir şey karşılığında verildi,” gülümsedi, “tüm hediyeler gibi.” Gülümsediğinde ön dişlerinden birinin eksik olduğunu belli etmemek için dudaklarını sıkardı. Abisi Marduk kadar uzun olmasa da bir seksen beş boylarındaydı. Abisinin aksine gür saçları, aksesuarları ve her dönem için “cesurca” sayılabilecek giyimiyle, abisinin ailede yarattığı “iyi çocuk” imajının karşısında duran “kötü çocuk” olduğu belliydi. Elindeki sigarayı küllüğe silkelerken, gözlerini kısarak anlatacağı şey için doğru kelimeleri aradı. “Birinin bir şeye ihtiyacı vardır,” dedi ders anlatır bir tonda, “başka birinde ise bu kişinin ihtiyacı olan şey vardır. Bu kişi, bu başka birinde olan ihtiyaç duyacağı şeye nasıl ulaşacağını bilemez. Orta noktada, bu ikisinin de yerlerini bilen bir başka kişi vardır. Bu kişi, ihtiyaç duyan kişi ile ihtiyaç duyulan şeyin sahibi arasındaki sosyal bağlantıyı sağlar ve bunu ücretlendirir.”
“Ulan dümbük,” diye araya girdi Marduk, “bu anlattığın limon satmaktan torbacılığa kadar bütün ticari eylemleri kapsıyor. Ya ne yaptığınızı açıkça anlatırsınız, ya da sizi, evet kendi kardeşlerimi, polise veririm! Gözünüzün yaşına da bakmam.”
“Abi, yemin ederim kötü bir şey yapmadık,” dedi Melda, ailenin en küçüğü ve tek kız çocuğu, “yaptığımız şey kötü bir şeye neden oluyordur belki, doğru, ama niyetimiz iyiydi.” Biraz aklı havada bir tipti. Ömrü boyunca, ve hala, abilerine alttan bakmak zorunda kalmıştı. Hem konulan kurallardan, hem de kısacık boyundan ötürü. Bu açığı da olabildiğince maskülen davranarak, abilerinin yanında gezip küfürler ederek, yeri geldiğinde kendinden büyük erkeklerle sanki küçük oyuncaklarmış gibi oynayarak kapatmaya çalışıyordu. İnsanlar çoğu zaman iki erkek bir kızdan ziyade, üç erkek kardeşlermiş gibi düşünüyorlardı onları, çünkü “Mel” -mahallede ona takılan isim buydu-, Melda’dan çok Melih gibi geliyordu insanlara, üçünün yaşadığı olayları duyduklarında. Saçlarını kısacık kestirmesi ve Muaf abisinin aksine hiç aksesuarı olmaması, olabildiğince erkeksi şeyler giymesi bu kanıyı güçlendiriyordu.
“Bak Meliha,” dedi Marduk, onu ne zaman sinirlendirmek istese anneannelerinin adını kullanırdı, “ne bok yediğinizi duymak istiyorum sadece, bu kadar parayı kimse kimseye adres tarif etti diye vermez. Başımızı belaya sokacaksınız, orası kesin, fakat ne kadar büyük bir bela olacak onu merak ediyorum.”
Muaf ve Mel, her zamanki gibi mahallede turlarken, daha önce hiç görmedikleri bir adamla karşılaştılar. Mahalleye yeni taşınan biri olmadığı, yabancıların da oldukça nadir uğradığı bir yer olduğu için garipsediler. Adam bakkala girdi, elinde uzunca bir ip ve sekiz kola şişesi ile çıktı. Muaf, canı sıkıldığından kendine bir meşgale arıyordu, önüne çıkan bu fırsatı tepmek istemedi, adamı takip etti. Adama yaklaşıp, “yardım edeyim amca, parti var herhalde,” deyip gülümsedi. Üç kola şişesini o taşıdı, üçünü de Mel, gerisi de adamın elinde, yürümeye başladılar. Mahallenin denize bakan tarafına yaklaştıklarında, Mel oldukça gerildi. “Uçurum” dedikleri o denize açılan dik yamacın oradaki ev yıllardır boştu, fakat bütün evleri arkada bırakmışlardı, gidebilecekleri tek ev orasıydı. Evin önüne geldiklerinde, adam cebinden bir anahtar çıkararak kapıyı açtı, onları içeriye buyur etti. Ev harabeye dönmüştü. Yirmi, bilemedin otuz yıldır kimse uğramamış gibi küflenmişti. Belki de denizin etkisiyle geçen yıllar daha çok yıpratmıştı evi. Fakat nereden baksan on beş yıldır kimsenin adım atmadığı belliydi. Adam içeriden plastik bardaklarla geri döndü. Mel, abisine rahatsız olduğunu belirtir bir hareket yaptı, fakat Muaf böyle ilginç olayları oldum olası sevdiğinden, bu maceranın onu nereye götüreceğini merak etti. Adam kolalardan birini açtı, bardaklara pay etti, sonra hiç temiz görünmeyen beton bir çıkıntıya oturdu. Mel ile Muaf da buldukları yarı temiz bir zemine çöktüler. Sessizce kolalarını içiyorlardı. Sessizliği adam bozdu:
“Nerede doğduğumu, annemin babamın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim,” dedi, “yetiştirme yurdunda büyüdüm. Yaşım boyumu geçince de, oradan ayrıldım. Annesi babası olmayan bir çocuğun, yani hayatta kökü olmayan bir insanın yapacağı gibi, pis işlere bulaştım durdum. Hırsızlık, gasp, tehdit, çek kırma… Ne ararsan vardı. Bulaşmadığım kötülük kalmadı. Yine de kendime bir hedef koymuştum, otuz yaşına kadar para biriktirecek, sonra her şeyi bırakacaktım. Öyle de oldu, otuz yaşıma geldiğimde, artık geri kalan hayatımda çalışmama gerek kalmayacak kadar para biriktirdim. Sevdiğim kadınla evlendim, bir kızım oldu… Ve buraya geldim. Bu ev benimdi,” Uzunca bir iç çekiş, “hala da benim. Fakat eskiden daha hoş görünürdü tabi.” Yanındaki parçalanmış betonları eliyle ufaladı. Birden, aklına bir şey gelmiş gibi kola şişelerinin olduğu poşeti alıp içeri gitti, geri geldiğinde poşetin içinde dört boş kola şişesi vardı. Birini önüne aldı, kapağından içeri yılların öğüttüğü evinin parçalarını yavaşça doldurmaya başladı. Muaf tüm atikliğiyle diğer şişeyi alıp, adamın yaptığını yaptı, yerde ne kadar ufalanmış beton varsa şişeye dolduruyordu. “Burada mutlu zamanlarımız da oldu,” diye devam etti adam, “mutsuz zamanlarımız da. En çok hoşuma giden şey de,” pencereyi işaret etti, “dibimizdeki denizde ne zaman yüzmek istesem, tek yapmam gereken bahçeden oraya atlamaktı, o zaman deniz daha yukarıdaydı elbette.” Mel, yine de oradan atlayan çocuklar olduğunu görmüştü. Gerçekten de inanılmaz bir çeviklik istiyordu, fakat mahallenin kendine özel sahili gibi olmuştu o bahçe. Çocuklar cesaretlerini, büyüdüklerinde de gözü karalıklarını göstermek için oradan atlar, biraz yüzdükten sonra tırmanarak geri çıkarlardı. Bu eski evin bir zamanlar birinin kişisel sahili olduğunu düşünmek için aklını oldukça zorlaması gerekti Mel’in. Oyalanacak bir şey olsun diye abisi gibi şişelerden birine beton parçaları doldurmaya koyuldu. Uzaktan bakan biri, üçünün eve tadilat için geldiğini sanabilirdi, öyle organize bir şekilde yapıyorlardı işlerini.
“Sonra, hayat intikamını almak için geri döndü,” dedi adam, “o kadar mutluydum ki, bunun sonsuza kadar süremeyeceğini sezmiştim elbette. Önceden çaldığım, tehdit ettiğim, zarar verdiğim ne varsa üstüme çullandı. Camıma taşlar attılar, bahçe kapımı tekmelediler, bazen silah bile sıkarlardı,” gözlerinin altında ince bir yaş izi seziliyordu, “karım bunlara dayanamadı. Buralardan gidelim, dedi. Bu mahalle, sığındığımız bir yerden çok, bizi tehdit eden bir canavara dönüşmüştü. Biz de gittik. Bir apartman dairesine taşındık. Bir şeylerin değişeceğini sanmıştım, yanılmışım.” İç çekerek ağlamaya başladı, ne diyeceğini bilemeyen Muaf, rahatsız olup boş kalan şişeyi önüne çekti, onu da doldurmaya başladı. “Karım kabuslar görüyordu. Uyandığında, bana bir yabancıymışım gibi bakıyordu. Zamanında çaldığım ne varsa, hepsi sanki bedelini ödetmek ister gibi şanssızlıklar musallat etmişti başıma. Kanser oldu, atlattı, fakat eskisi gibi kalamadı. Benden nefret ediyordu, günahlarımın kefaretini ödediğini düşünüyordu. Kızımla beraber evin bir köşesinde, beni görmek istemediklerini belirten konuşmalarla izliyorlardı beni. Ne yapsam gözlerine batıyordu. Evden çıktığımda rahat bir nefes aldıklarını hissediyordum. Bu his de beni yavaş yavaş kemiriyordu. Ta ki, karım ikinci bir kanser atağıyla ölünceye dek, o zaman bu bir his olmaktan çıktı, gerçek oldu. Kızım daha annesinin gömülmesini beklemeden kayıplara karıştı. Cenaze işleri biter bitmez de, evi sattım,” eliyle arkasındaki çantayı gösterdi, “hepsi orada.”
Diğer kola şişelerini de boşaltıp, içlerine ufalanmış betonları doldurdular. “Hayatta her şey para değil,” dedi adam, bakkaldan aldığı iple, taş dolu kola şişelerini birbirine bağlarken, “gülümsetir, elbette, fakat mutlu etmez.” Şişeleri ayaklarına bağladı, ağır adımlarla bahçeye çıktı, ayağına bağlı sekiz kola şişesini güçlükle kaldırıyor gibi görünüyordu. “Çanta sizin olsun,” dedi, “son kez birileriyle konuşmak iyi geldi,” gülümsedi, “yalnızca son bir kez yüzmek istedim, eski mutlu zamanları hatırlamak için.” Ve atladı.
“Adamın intihar etmesine yardım mı ettiniz yani,” die sordu inanmaz gözlerle Marduk, “ulan ruhsuz ibne, hadi bu küçük, çekinmiştir, sen tutamadın mı herifi?” Muaf yeni bir sigara yaktı, duygusuz gözlerini abisinin bakışlarına çevirdi, “biz orada olsak da olmasak da, kafasında bitirmişti zaten,” dedi, “görsen anlardın.”
Üçü, ortadaki çantayı izlemeye devam ettiler. Uzakta bir yerde, sudan havaya karışan köpüklerin sesleri duyuluyordu, bir noktada onlar da kesildi.
Bir Cevap Yazın