
Koca koca odunları taşırken, ellerime batan kıymıklarının acılarına aldırmamayı öğrendim zamanla. Zaten aldırsam da, bana yardım edecek kimse yoktu, bu yüzden aldırmamak daha kolay geldi. Bir ormanın ortasında, yalnız ve ıssız, insansız yaşamayı seçtim; pişman değilim, yaptığım seçimlerin sonucuyum, her şey bittikten sonra insan tek bir şeyi iyice öğrenir: Kontrol edebildiklerimiz ve kontrol edemediklerimiz arasında bir sarkaç gibi gider geliriz, hangi noktada olduğumuzun pek de bir önemi yoktur, yaşam bir şekilde sürer.
Bundan yalnızca iki yıl önce, güzel bir evde güzel bir kadınla geçirdiğim zamanlar, şimdi bostanla uğraşıp nefes nefese kaldığım günlerin sonunda gördüğüm rüyalara benziyorlar. Odunları üst üste diziyorum. Kışlar sert geçiyor. İnsan coğrafya derslerinin değerini coğrafyanın insafına kaldığında anlar, biyolojiyi hasta olduğunda, edebiyatı da kafasının içindeki sesle baş başa kaldığı zamanlarda hatırlar. Her şey yerine göre değerlenir, değersizleştirilir; su çölde, hikayeler ıssızda pahalıdır. Sessizliğin oyunu sessizlikte oynanır.
Caddelerin ve sokakların güzel kayıtsızlığını, bir şehrin size güven veren fakat alttan alta zehirleyen konforunu ya da tanışıp konuşulabilecek insanlarla bezeli kapalı mekanları özlemiyorum değil ama insanın kendiyle geçirdiği zamanların da kutsal bir örtü gibi onu sardığını duyumsuyorum. Yanımda ne bir saat ne bir takvim getirdim, zamandan elimden geldiğince kaçtım, şimdi günler ancak ısılarına ya da hızlarına göre bir anlam ifade ediyorlar. Dakikaların peşinden koştuğum o eski zamanları, komik hatıralarmış gibi anımsıyorum. Burada geçirdiğim iki yıl, herhangi bir şehirde geçirdiğim otuz yıla denk, buna tüm kalbimle inanıyorum.
Hava kararmaya başladı. Taşıdığım odunlardan birini içeriye götürüp sobaya attım. Akşam vakitleri soğumaya başladı. Oysa aylardır kazaklarımı görmedim bile. Tüfeği tekrar temizlemem gerek, iyi çalıştığından emin olmalıyım, kışın hayvanlar on kat daha vahşi olur. Yiyecek bir şey bulamadıklarında daha bir saldırganlaşırlar. İki gün önce topladığım otlarla, avladıktan sonra etini kuruttuğum hayvanın neresi olduğunu unuttuğum bir parçasını karıştırarak ortaya yemeğe benzer bir şey çıkarttım. Pişirdiğim tencereden yedim. Paylaşacak kimse olmayınca, tabaklar da anlamsızlaşıyor, geri kalan her şey gibi.
“İçimde kimseye açıklayamadığım bir boşluk var,” demişti, tam sözünü keseceğim esnada, “lütfen beni sonuna kadar dinle. Bunları sana anlatmak için kafamda toparlamam uzun zaman aldı. Bu boşluğu uzun zamandır seziyordum, fakat anlamlandıramıyordum. Kahve içmelerle, oyun oynamalarla, film izlemelerle, yemek hazırlamalarla… Yaptığımız her şeyle bir yanını dolduruyorum zannediyordum. Sonunda anladım ki, durum tam tersiymiş, her yaptığımızla daha da kazmış, boşluğu büyütmüşüz. Şimdi, gözlerine bakarken, içimde eskiden parlayan bir ışığın söndüğünü hissediyorum. Benden yaşama hevesimi çaldın. Belki de bunu benden çalman için seni teşvik eden de ben oldum istemeden. Ona yeterince sahip çıkamadım. Sana öylesine bir hevesmiş gibi hibe ettim onu da. Hayallerim bitti, iyi hissedişlerim tükendi, işin kötüsü, zamanım da azaldı. Artık ölmek bile eskisi kadar korkutmuyor, çünkü günlerin neye benzeyebileceğini az çok kestirebiliyorum. İnsan bazen maceralara çıkmalı, sırf eskisi gibi, maceralara çıkabilecek birisi olduğunu kendine kanıtlamak için. Seni iyi etmek için kendim kötü oldum, işin kötüsü, sen de iyi olmadın. Birbirimizden işlemediğimiz suçların ve olamadığımız kişilerin intikamını alan, o kişi olamadığımız için hep karşımızdakini suçlayan insanlara dönüştük. Birbirimizin kafesi olduk, yuvası olmak isterken, artık yoruldum.”
“Artık yoruldum,” diye mırıldandım, anılarımdaki bir konuşmayı kendime hatırlatırken. İnsan hiçbir zaman hatırladığı gibi biri olmuyor, daha çok anımsadığı birine yakın birini oynadığı hali olduğu zamanları gösteriyor kendine. Zihnin yaşamı sürdürebilmek için bulduğu küçük oyunlardan biri de bu: Nostalji hissi. Geçmiş güzelmiş, yenilikler yıpratıcıymış ve yitirilenler hep mükemmelmiş gibi hissedilir. Oysa durum çoğu zaman tam tersidir. Çocuksu merakın yitirildiği andan itibaren, kaybedilebilecek çok da bir şey kalmaz. İnsan ancak bir oyun bahçesinde salıncaktan indikten sonra bir başka çocuğun salıncağa binişine üzüldüğü kadar üzülebilir yitirdiklerine, çünkü yaşadıkları genelde onun yarattığı ya da onun seçtiği şeyler değildir, olsa olsa onun başına gelen şeylerdir. Dünyanın nedensel deviniminde, hangi noktadaysa o noktada başına gelen şeylere küçük bir gözlemci olarak tepki verme işine başlamıştır. Çocukken merak ettiği şeyler de artık anlaşılmaz ve alışılmış durumlara döner. Meyveler tatsızlaşır, geçen sene hep daha iyidir ve ne hale gelmiştir böyle, kendi kendine böylesine düşman bir kişiliğe ne ara bürünmüştür insan, bile bile hem de?
Aslında olan, herkese bir noktada çarpan, adı konulmamış ortak bir histir: Yaşama duyulan çocukça merakın kaybı. İnsan artık ağaca baktığında ne kadar yeşil olduğunu bilmez, toprağın ortasından bir hat gibi ilerleyen karıncalara şaşırmaz, yanıp sönen renkli ışıkların arkasındaki bilimi bilir ve bir noktada yaşamın merak uyandıran o ilerleyişini bir yük gibi duyumsar. Ömür, artık ölümle oynanan bir dama oyununa döner, sadece bir kare daha ilerlemek isteriz, hatta istemekten ziyade; bu bizim için zorunluymuş gibi hissederiz.
“İçimden akan onlarca nehir, sonunda büyük sulara karışıp durgunlaştı,” diye mırıldanıyor balkonda, “elimdeki kahve bardağını eskiden çok sıcak diye tutamazdım, şimdi en azından bir şey hissettiriyor diye iyice sıkıyorum avucumda. Çoğu kişi fark etmez, fakat yaşamak çok uzun bir kendini öldürmeme işidir.”
Kulübenin içinde yarı soğuk bir hava var. İnsan akşam olduğunda, sabah yaptıklarını düşünerek zamanı öldürür. Yalnızken en büyük meziyet zamanı nasıl öldüreceğini bilmektir, ince bir sanattır, kılıçtan keskin yanları vardır. Ya öyle ya böyle, diyerek yaşanmaz, birini seçmek gerekir. Zamanın içinde düşüncelerinizden bir patika varmış da, onu yavaş yavaş yürüyormuşsunuz gibi ilerlemek, insana inanılmaz bir kendilik hissi katar; elbette bunun da bir bedeli olur, toplumun kalanından git gide uzaklaşır, kendi içinizde bir topluluğa bürünürsünüz.
Gaz lambasını biraz daha açıyorum, defterimi önüme çekip arada sırada doldurduğum sayfalarını okuyorum. Sonra temiz bir sayfa açıp yazmaya başlıyorum:
Cesetlerimizi gömecekleri topraklar, kim bilir kaç kişinin yaşamını sürdürmek için ekip biçtiği topraklarla aynı coğrafi noktaya rastlamıştır. Bizim hayatımızı kabusa çeviren insanlar, kim bilir kimleri defalarca ipten almışlardır. İnsan zamanın hangi bölgesindeyse onun dertleriyle uğraşır ve onun meyvelerini yer. Bir tür “kim daha güçlü” oyununda, nerede konumlandığınıza bağlı olarak, kazanır ya da kaybedersiniz. Bu satırları yazdığım yerde bu oyunların hiçbiri oynanmıyor, fakat eskiden oynadığım oyunların hepsinin izleri aklımın derinlerinde pusuda bekliyorlar. Yolu takip etsem, “medeniyete” geri dönsem, insanlara karışsam, yine oyunlarına bularlar beni eminim. Oysa bu kulübede, bu ormanın içinde, bu insansız adada; binlerce insanla ettiğim sonsuzca sohbetten daha fazla muhabbet buldum, içime döndüm, her şeyin kanadığı ve kaynağını aldığı yere, nehrin başına.
On dakika ötede bir göl var. İçindeki balıklar tatsız tuzsuz, fakat doyurucu besinlerdir. Bu gölün ıssızlığını ne zaman düşünsem, içimden bir şeyler kopuyormuş gibi gelir. Su onca yolu aşmış, yüzyıllarca aka aka bir yatak oluşturmuş, sonunda bir yere akacak gücü kuvveti toplamış ve tüm kudretiyle aktığı ve toplandığı bu yerde sonsuz bir ıssızlık bulmuş. Balıklardan başka kimseye bir yararı olmayan, canlıların bulamadığı saklı bir yerde küçük bir göl olmuş sonunda. Ne büyük hayal kırıklığı! Ah, unutmuşum, suyun ne hayali olur ne kırıklığı, ancak akıp gitmesi olur, ne hoş.
“Zamanımızın ötesinde başka bir zaman olduğunu düşünüyorum,” dedi, hissiz gözlerinden yansıyan televizyondaki görüntüler, gözlerinden daha canlıymış gibi görünürken, “belki ömrümüzün ötesinde de başka bir ömür vardır, kim bilir. Belki bütün bunlar yalnızca bir denemedir, hem de yanıldığımız bir deneme. Mükemmel yaşantımıza uğramadan önce durduğumuz duraklardan biridir, o yaşama vardığımızda daha çok şükredelim diye. Yoksa bütün bu anlamsızlığı nasıl açıklayabiliriz ki kendimize? Nefret ettiğimiz onca şeyin, içimizde boşluk bırakan bu yaşayışların, arkasında büyük bir sahtekarlık olduğunu herkesin bildiği bu oyunların ve perdelerin ardında, belki de alınması gereken tek ders şudur: Varmanız gereken yer burası değil, burası sadece bir durak. Fakat ne kadar uzun beklersek o kadar gerçek gibi geliyor, ne kadar fazla durursak o kadar varış noktasına benziyor. Bir süre sonra otobüs beklediğimizi dahi unutup, sanki bu duraktan önce ve sonra hiçbir şey yokmuş gibi yapışıyoruz olduğumuz yere. Oysa burası sadece durak, bir durak ne kadar mükemmel olursa olsun, varılacak yerin beklendiği sıkıcı bir noktadan öte nedir ki?”
Bunları söyledikten sonra duraktan uzaklaşmıştı. Beklemekten sıkılmış ve otobüsü beklemeden kendini atmıştı. Hoş, belki de asıl test budur, ne zamana kadar bekleyebileceğimizi ölçüyorlardır. Yittikten sonra, evde duramadım, hatta şehirde. Ne zaman bir durak görsem, ya da otobüslerin vızır vızır geçişini duysam, aklıma gelip durdu. Kendimi bu ormanın içine hapsettim: Hiçbir durağın ya da otobüsün yanaşamayacağı bu ıssıza. Şimdi ancak zamanın otobüsü gelip alabilir beni burdan, varılacak bir yer varsa elbette.
Bir Cevap Yazın