
Yangın başladığında herkes kaçmak için bir sonraki hamlesini planlıyordu, ben yangının ne kadar güzel olduğunu düşünüp onu izlemeye dalmıştım, diğerlerinden ne kadar farklı olduğumu ilk o zaman anladım. En nihayetinde annem kolumdan çekerek beni bir zamanlar yuvamız olan o tahta kulübeden uzaklaştırdı. Ormanın ortasında, ailemizi nesillerce ağırlamış bu kare oluşum, gözümüzün önünde yitip gitti. Bu ilk yanıp kül oluşu değildi belki, fakat ilk kez, kimse onu tekrar inşa etmeye yeltenmeyecekti.
Sevgili dede, evin yandı. Belki nice dedelerini ve belki onların da dedelerini kucağında büyütmüş bu “tahta anne”ye, bugün veda ettik. Sana söz verdiğim gibi, kömürlükteki fotoğrafları hep gizli dolabımızda sakladım, fakat buraya kadarmış, ne kömürlük kaldı ne de fotoğraflar, artık sadece aklımda varoluşlarını sürdürebilecek küçük anı parçalarından ibaretler. Seni ne kadar çok üzdüğümü hatıladıkça, içimdeki küçük bir ses, evin yandığına içten içe seviniyor. Sanki yangınla beraber bütün suçluluklarım ve kötü anılarım da yok oldu gitti. Kendimi özgürleşmiş hissediyorum. Ormanın ortasında yaşamaktan hiç rahatsız olmadım, okula gittiğimde bana sanki vahşi bir hayvanmışım gibi bakan arkadaşlarımı hiç umursamadım, kendi etimizi avladığımızı öğrendiklerinde benden korkup arkadaş olmamak için ellerinden geleni yaptıklarında yalnız hissetmedim. Aralarında dünyayı en iyi tanıyan, hayvanlarla en iyi anlaşan ve çıplak kaldığımızda en uzun süre yaşayabilecek olan olduğumu hep bildim. Bu yüzden teşekkür ettim sana ve anneme. Fakat, yine de, yangına da pek üzülmedim. Şimdi arabamız şehre doğru ilerlerken sana bu mektubu yazıyorum. Bir gün, büyüdüğümde, kulübeye dönüp bunu küllerin altına koyacağım. Bir gün, eğer sen de gittiğin yerden kulübeye geri dönersen -tabi Allah dönmene izin verirse-, yazdıklarımı elbet okursun. Cennete iyi bak, beni bekle, yanına geldiğimde belki Allah’tan fotoğrafları da isteriz. Seni hep seven torunun, Metis.
Kağıdı dörde katlayıp çantamın ön gözüne koydum. Dedem öldüğünden beri ona mektuplar yazmayı alışkanlık haline getirmiştim. Aslında on bir yaşındayken, ölümünden iki yıl sonra ilk kez mezarına bırakmak için küçük bir not yazmıştım. Sonra, tekrarlanan her eylem gibi sanki zorunluymuşçasına yapmaya devam etmiştim. Her seferinde aynı cümle ile bitiriyordum: Cennete iyi bak. Oraya gitmeyeceğime emindim, fakat bunu dedemin bilmesine gerek yok, değil mi?
Araba, kiraladığımız evin önünde durdu. Eşyalar bizden önce gelmiş ve yerleştirilmişti. Odama gittiğimde sanki başka bir çocuğun odasına yanlışlıkla girmiş gibi irkildim. Arkadaşlarımın evlerini andırıyordu daha çok, “tahta anne”ye hiç benzemiyordu. Hem çok yüksekti, hem çok betondu, hem de içeriye doluşan sesler kulaklarınızı mahvediyordu. Ormandaki o huzurlu sessizlikten sonra bir apartman dairesi, sürekli yüksek sesle müzik çalınan bir diskonun ortasında yaşıyormuşsunuz gibi hissettiriyordu, başınıza ağrılar girmesi işten bile değildi.
Yine de alışmam çok sürmedi. İnsan doğaya alıştıktan sonra, medeniyet vız gelir tırıs giderdi. Aslında zor olan, eski yaşamımızdı; suyun taşınması, etin kurutulması, hayvanlara bakılması gerekirdi. Oysa bu apartman dairesine su kendiliğinden geliyordu, eti tazeyken satan yerlere yakındı ve bakılacak hayvanlar yoktu, birçok iş kendiliğinden halloluyordu. Oraya taşındığımızda anladığım ilk şey, çok paramız olduğuydu. Ormanda para harcayacak bir yer olmadığı için, ne kadar paranız olduğu hem önemli değildi, hem de bilinmesi gereken bir şey değildi. Fakat şehre geldiğimizde, bunun belki de en önemli kriterlerden biri olduğunu anladım. Artık ne kadar sürede bir koyunu kesebildiğinizi ya da yoğurt yapmak için en güzel sütün hangi hayvanı sağarak elde edilebileceği önemini yitirmişti; kaç paranız olduğu, ne kadar şey bildiğinizden önemliydi. Kimse yüzünüze karşı direkt bunu sormasa da, havada hissedilen bir atmosfer gibi herkes herkese her an bunu soruyormuş gibi hissediliyordu. “Aa buradan mı giyiniyorsun?(Kaç paran var?)”,”Aa arabanız ne güzel!(Kaç paran var?)”,”Şuraya gitmek ister misin?(Kaç paran var?)”… Böyle her sorunun içinde gizli bir kaç paran var sorusunu duyuyordum. Ama sorun değildi, çünkü çok paramız vardı, belki de harcayamayacağımız kadar.
Dedemden anneme kalan, büyük ihtimalle dedeme de babasından kalmış “hisse” denen küçük şirket parçalarımız vardı. Bunlara çıplak gözle baktığınızda hiçbir şey ifade etmeyen, üzerinde kargacık burgacık bir ton yazının olduğu sözleşmeler sanabilirdiniz. Fakat bunlar “borsa” denen bir yerde satılabiliyor ve herkesin sorduğu o müthiş “para”ya dönüştürülebiliyordu. Anladığım kadarıyla dedemin babası bunları çok ucuzken almıştı, fakat şimdi bayağı bir meblağa denk geliyorlardı. Ormanda geçirilmiş iki nesillik bir ömrün bedeli olsa gerekti bu, çünkü hayatım boyunca kimsenin paradan bahsettiğini duymamıştım, okula giderken defter ve kalemleri almamıza yarayan kağıtlardan öte bir anlama gelmemişti benim için.
Ateşin kendine has bir aurası var. Doğduğumdan beri ne zaman bir kamp ateşi ya da sobanın küçük gözünden gördüğümüz o küçük yangına baksam, içimde sıcak, nereden geldiğini bilmediğim bir his fark ettim. Elbette bu, arkadaşı olmayan, yaşıtları rahat rahat oyunlarla zaman geçirip eğlenceli vakitlerde kendilerini unuturken hayvanlara ve bostana bakmak zorunda olan, yaşadığı yerin kilometrelerce uzağında dahi konuşabileceği kimse olmayan genç bir kızın, sığınacak bir dost arama eylemiydi belki de. Ruhunuz insanlardan soyutlandığında, her istediğinizde çağırabileceğiniz olgulara yönelir. Çoğu insan bunu tanrıda bulur, ellerini her açtığında yanında beliren bir dost olarak yüce yaratıcıyı seçer. Bazıları oyun oynar, ekranı her açtığınızda karşınızda sizin oluşturduğunuz/geliştirdiğiniz başka bir karakteri bulacağınızı bilmek neşe verir. Kimisi kitaplara yönelir, kelimelerden dünyalara ne zaman isterlerse gidebileceklerini bilir, onlarda kaybolurlar. Fakat, ormanda bunların hiçbiri yoktu. Ben de bunalıyordum. Sürekli yanımda olan bir arkadaş lazımdı. “Tahta anne”nin içinde ve etrafında ateş hiç eksik olmazdı, ironik olarak, sonunu getiren de bu oldu.
Odamdan gökyüzünü izlerken, yıldızların yok olduğunu fark ettim. Sanki “tahta anne” ile beraber yanıp kül olmuşlardı. Yangının onlara kadar ulaşabileceğini hiç düşünmemiştim. Biraz üzüldüm. Elimdeki çakmağı çevirip durdum. Belki de “tahta anne”yi yakmamalıydım. Fakat, ne yapayım, başka türlü şehre, yakacak bu kadar şeyin olduğu yere nasıl ulaşabilirdim?
Bir Cevap Yazın