Otuz Dördüncü Bab: Açık Deniz

Kaptan’ın Seyir Defteri, birinci gün: A. Liman’ından ayrıldık. Gemide X ülkesinin Dış İşleri Bakanı Muaf ve mahiyeti ile Y ülkesinin Dış İşleri Bakanı Metis ve mahiyeti var. Gemi X ülkesi ile Y ülkesi arasındaki siyasi gerginliği bitirmek amacıyla bir iyi niyet göstergesi olarak X ülkesinin Y ülkesine hediyesi olduğu için, açık denizlere çıktığımız andan itibaren Y ülkesinin gemisi sayılacak, hoş, Y ülkesinin karasularına girene kadar da, teknik olarak sahipsiz olacak. Aklımın almadığı politik konular bunlar, şimdilik tek amacım, gemiyi kazasız belasız B Limanı’na demirleyebilmek. Su duru, rüzgar sanki aradaki küskünlüğü bitirmek ister gibi yelkenlerimizi güçlü bir şekilde dolduruyor. İki ülkenin de bakanları ve adamları gayet muhabbetli bir şekilde ortak alanlarda zaman geçiriyorlar. On iki gün sonra, gemiyi yeni kaptanına teslim edip, başka bir gemiyle X ülkesine, memleketim Hanok’a döneceğim. Beni endişelendiren tek şey: Erzak.

İkinci gün: X Kralı, kendinden o kadar emin bir insan ki, havaya ve geleceğe hükmettiğini sanıyor. Danışmanlarından aldığı bilgiye göre yolculuğumuz en fazla on beş gün sürebilir, olması gerekenden üç gün fazla. Bu yüzden rica minnet on yedi günlük erzak yükledik, ne olur ne olmaz diye, fakat herkes bilir ki, denizde işler sarpa sardığında, insanların düşündüğü ilk şey mideleri olur. Sorun çıkacağını düşünmek istemiyorum, çünkü sorun çıkacağını düşünürseniz, illa sorun çıkar. Muaf yanıma gelip, kendileri için ayrılan alkolün farklı bir yerde mi, yoksa Metis’in adamlarının payı ile aynı depoda mı saklandını sordu. Ben de, her şey aynı yerde saklanır, diye cevapladım. Bunun üzerine biraz sinirlendi. Metis’in adamlarının düpedüz alkolik olduklarını, böyle giderse üç güne gemide bir damla bile içecek kalmayacağını, bu yüzden onlara küçük bir uyarıda bulunmam gerektiğini belirtti. Ben de, içini rahat tut, deyip uzaklaştırdım onu. Ülkesinde büyük bir bakan olabilir, fakat gemide böyle şeyler sökmez. Hem, gemi onun ülkesinin gemisi bile değil, tamamen yetkisinin dışında kalıyor.

Üçüncü Gün: Bulutlar toplanıyor. Bu hiç hayra alamet değil. Danışmanların bahsettiği “üç günlük geç kalma” bize doğru yaklaşıyor demek ki. Üç büyük tanrıdan en çok korkulanının Poseidon olmasının iyi bir nedeni var: Deniz o kadar dengesizdir ki, çoğu zaman ona yalvardığınızda mı yolunuza devam etmenize izin verir kızdığınız da mı, bilemezsiniz. Şimdilik kızgın bir suratla içimden yalvarmayı seçtim. Eğer bu gemi batarsa, iki ülke arasında çıkacak savaşın ilk fitili ateşlenmiş olur. Binlerce insanın sebepsizce ölmesine neden olacak bir olayın başlatıcısı olmak istemem, bu sebepten gemiyi B Limanı’na öyle ya da böyle ulaştırmalıyım.

Yedinci Gün: Fırtına çok kuvvetli vurdu. Kaptan kamarasının yarısını parçaladı, seyir defterimin bir kısmı da ıslanıp un ufak oldu. X ülkesinden yedi, Y ülkesinden on kişi öldü. Hoş, henüz toparlanıp saymaya da vakit bulamadık. İnsanlar bir oraya bir buraya koşturarak, eskiden tam teşekküllü bir gemi olan bu yaralı tahta parçasını, canla başla suyun üzerinde tutmaya çalışıyorlar. Zarar görmüş bir gemiyi denizin içindeyken onarmaya çalışmak, ameliyat masasında yatan bir hastanın kalp odacıklarını yeniden dekore etmeye benziyor, fakat bunu steril bir ortamda odaklanabileceğiniz ekipmanlarla değil, sizi yutmaya çalışan dalgalarıyla denizin o görkemli gücüne rağmen yapmaya çalışıyorsunuz… Haliyle oldukça zor bir iş, fakat karada bakan olmalarına rağmen Muaf ve Metis bile yama yapılacak tahtaları güverteden çıkaran ekiple çalışıyorlar. Sanırım ölmemeye çalışmak bütün politik tartışmaları bıçak gibi kesiyor.

On İkinci Gün: Zor da olsa hayatta kaldık, fakat erzak oldukça azaldı. Yelkenlerimiz duruyor olsaydı üç günde B Limanı’na varabilirdik, fakat denizin insafına kaldık. Nereye gideceğimize ancak sınırlı bir güçle müdahale edebiliyoruz. Fırtınanın ortasında yelkenleri indirdiğimizde, güvertenin ortasındaki tahtanın kökünden sökülüp uçacağını kimse beklemiyordu elbette, fakat denizin ortasında yiten iki beyaz kanat gibi kaybettiğimiz yelkenlerimizi izlemek zorunda kaldık işin sonunda. Şimdi yemeksiz, yelkensiz ve sinirleri gerilmiş, cesetlerini denize bırakmak zorunda kalmış düşman iki ülkenin yorgun vatandaşlarıyla, denizin insafına kalmış bir rotada ilerliyoruz. Bu gemi denilmeyecek tahta oluşumda, halkını aç bırakan zalim bir kral gibi hissediyordum, oysa işin başında, sorunsuz bir yolculuk istemiştim sadece.

On Yedinci Gün: Kavgalar başladı. Silahımı sürekli yanımda tutuyorum artık. Son birayı içtiği için öldürülen, Y ülkesi mahiyetinden birinin yol açtığı kutuplaşma, gemiyi ikiye böldü. Şimdi Muaf ve X’liler bir tarafta, Metis ve Y’liler bir tarafta duruyorlar. Baş tarafında duran Metis, ara sıra yanıma gelmek için X’lilerin yanından geçmek zorunda kalıyor, fakat sinirleri ne kadar gergin olursa olsun, onun diplomatik dokunulmazlığını akıllarından çıkarmıyorlar. Yemeğin zor bulunduğu, kötü bir söz dolayısıyla öldürülebilecekleri ve tanrının insafı olmasa denizin ortasında unutulmaları işten bile olmayan bu adamlar, bu durumlarında bile diplomasiye değer veriyorlar. Bizi eğitenler cidden iyi eğitiyorlar, diye düşündüm, ölümün karşısında dahi kravatımızı takmayı unutmuyoruz çoğu zaman.

Yirmi Altıncı Gün: Uzun çöp kısa çöp çekiliyor, yine. Kısa çöpü çekenler kendilerini denize bırakarak, kaderlerine boyun eğiyorlar. Azalan erzak ancak böyle yetebilecek kalanlara. Herkese yetecek kadar yok, fakat adı konulmamış bir görev var ki, o da şu: Ne olursa olsun, Metis’i ülkesine ulaştırmak. Bütün bunların Y ülkesinin bakanını öldürmek için kurulmuş bir tezgah olmadığına ancak bu inandırabilir Y kralını. Savaş olmaması için tek umudumuz bu, Metis’in B Limanı’na varması.

Otuz İkinci Gün: Artık seyir defterini yazamayacağım, çünkü bu sayfadan başka yemediğim sayfası kalmadı. Bunu da olur da biri bulur, X ile Y arasında çıkabilecek savaşı önleyecek bulgulardan biri olur diye mideye indirmeyeceğim. Erzak bitti, her gün, sırayla bir X’li ve bir Y’li olmak üzere, birisi parçalanıyor ve… Bunları yazmak bile midemi bulandırmaya yetiyor. Lanet olsun krala ve danışmanlarına! Hanok’a olur da bir şekilde dönecek olursam, suratına tüküreceğim onun. En başından beri korktuğumuz doğruymuş, bütün bunlar savaş çıksın diye yapılan bir oyundan ibaretmiş. Bizi belli yerleri tahrip edilmiş bir gemiyle, bile bile fırtınanın ortasına atmışlar. Bunu X tayfasından biri itiraf ettiğinde, o gün çöp çekilmesine gerek kalmadığını anlamıştım, parçalanacak olan belliydi.

Otuz Üçüncü Gün: Hiç umut yok, hiç.

Otuz Dördüncü Gün: Kısa çöp.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: