Otuz Sekizinci Bab: Sabit’in Şiiri

“Üç Ekim Doksan Bir;

Bunun neden belirttim bilmiyorum. Yalnızca ‘Üç Ekim Doksan Bir’ yazmak, zamanın belli bir noktasında olduğumu kabul etmek için belki. Ben de doğdum, yaşadım, yazmayı öğrendim ve tarih de bu. Yaşamı pek anlayamadığımı söylemek istiyorum, aslında, zaman neden geçiyor veya nasıl herhangi bir noktada onun bir parçası olunabiliyor bilemiyorum. Yalnızca ‘Üç Ekim, Doksan Bir’.

Eskiden dünya şeklinde boyanmış yuvarlak haritalar vardı. Parmağınızı bir noktasına koyar ‘buraya kesin gideceğim,’ derdiniz. Buraya kesin gideceğim diyenlerin kaçı gitmiştir oralara sizce? Dünyayı gezmek tutkusu, kolaylıkla kendinden kaçma tutkusuna kılıf olabilir. İnsan ne kadar gezerse gezsin yurdunu yanında götürür, benliğini. Belki de yurtsuzluğun dahi üzerimizden silemeyeceği nadir haklardan biri budur: Ben olmak. “Ben olmak” öyle pasaport yakıp, kimlik yırtarak terk edilebilecek bir hal değildir. İnsan anarşistken dahi kendinin faşisti olduğunu çoğu zaman bilmez. Sovyetler mesela, bin yıl daha sürecek oldukları açık, peki ne zaman en büyük kapitalistlerin aslında içlerindeki liderler olduğunu kabul edecekler, ben söyleyeyim, hiçbir zaman!

Durağan cisimler kafamı karıştırıyor. Bardak örneğin, nasıl yani, diyorum içimden, ne canı ne düşüncesi olan bir şey, isimlendirilmiş ve biçimlendirilmiş bir biçimde elimde durabiliyor. Birileri ona ‘bardak’ diyor, ‘bardak şu işe yarar, şuna bardak denilir, bardağa dikkat et’, aramızda yaşayan bu durağan nesneleri de kimse garipsemiyor. İnsanlardan daha çok nesnelerle ilişkisi olanlar dahi, onların nasıl böyle değerlendirildiklerini düşünmüyorlar. Para mesela, nedir? Kağıt parçası, evet. Fakat bir insanın hem statüsü hem kişiliği üzerinde inanılmaz bir gücü olabilir, hem de diğer insanlara sirayet edebilecek şekilde. Önünüze alıp konuşamazsınız, sizi kavgada korumaz, buhran vakitlerinde iki kelam etmez… Fakat bütün bunları yapabilecek insanlara verildiğinde ikna edici bir materyal olur. İnsanlara bir şeyler yaptırabilme gücü verir size. Kendi dışında şeylere sahip olmanızı sağlar. Oysa çıplak gözle baktığınızda, üzerine birkaç rakam ve büyük ihtimal bir liderin suratının resminin çiziktirilmiş olduğu, öylesine bir keten parçasından başka bir şey değildir. İşte beni delirten durumlardan biri de bu!

Zaman yahu, zaman! En meşakkatli meselelerden biri de zamandır. İçinizden geçen veya sizin içinden geçtiğiniz; sürekli üzerinizde, yanınızda yörenizde, alnınızda ayağınızda… Kısaca içinizde dışınızda olan, fakat asla bir hisse bürünmeyen o geçiş. Geçtikçe sizi olaylara sürükleyen o kavramsal tanrı, zaman. Yavaş yavaş yiyip bitiriyor, fakat asla görünmüyor, uzamı da uzayı da belli değil. Birkaç fizik teorisi var diyorlar, fakat fizik de ne kadar öteye taşırsanız taşıyın bir noktada şiire döner. Atom var, derler. Nasıl bir şeydir, diye sorduğunuzda da size ya kek gibi bir maddeden ya da uzaydaki gezegenler gibi bir modelden bahis açarlar. Oysa uzaydaki model de öteye taşıdığınızda bir tür hikayedir. O kadar uzağı görüp algılayabilen makineleri algılayan insanların diğer insanlar anlayabilsin diye uydurduğu bir tür çocuk masalıdır özünde. Şiir, sonunda yine şiir! Oysa zaman, elinizin ucunda, gözünüzün önünde, saçlarınızda geçip gidiyor, tutulamıyor. İçinde yüzdüğü suyun farkında olmayan aptal bir balık gibi ağzımızı açıp kapatmaktan başka bir şey de gelmiyor elden, ne acı.

Yine de yaşam bütün saçmalığıyla sürer. Ne açıklayabilen biri bulunur ne de tam olarak yaşayabilen biri. Öylesine, gelişigüzel, el yordamıyla birkaç anı biriktirilir ve ölünür. Ölüm de şiirdir, yaşamın kendisi de (kötü anlamda) şiirdir aslında. Birine kendinizi anlatırken aslında bir başkası gibi davranır, başkasını anlatırken kendiniz hakkında daha çok fikir verirsiniz bilmeden. Yine de son tahlilde belirliliklerden öte belirsizlikler kalır. İnsan öyle karanlıkta adımları boşluğa düşmesin diye uğraşan bir insan gibi temkinli temkinli yürür zamanın içinde, yürümek istediği için değil, yürümek zorunda bırakıldığı için.

Sevgi, aşk, nefret, dostluk, yoldaşlık, sevda… Hepsi dalavere! Bana hayatın sadece bir anını şiire bulaşmadan anlatabilecek birine tüm duygularımı hibe ederim. Dünyada ulaşılması en güç erek, sabit bir gerçeği tanımlayabilmektir. Değişmeyeni bulmak ülküsü… Asla sonlanmayacak. Çünkü bulunduğu an değişiyor zaten. Ancak fotoğraf çekmeye yarıyor tüm bilimler, ötesi de şiir zaten, bunu konuşmuştuk.

Evet, kötümser olmamalı, yaşam böyle yaşanmaz hale gelir, farkındayım. Fakat, bilinçsiz de olmamalı. İnsanın her gün binlerce, milyonlarca hücresi ölüp diriliyor, insan habersizce yaşayıp gidiyor sadece. Ne artıyoruz ne azalıyoruz. Değişiyoruz ve bunun bile farkında değiliz. Neden? Mesela ‘Üç Ekim Doksan Bir’, ‘Yirmi Ağustos Yirmi İki’ değil, nasıl? Kim zamanın hangi noktasında olduğumuza karar verebilecek o ilahi güce sahipti de hepimizi aynı güne hapsetti? Benim günümün başka birinin günüyle aynı sürede bitip başladığını iddia eden o yüce şahsiyetin kararları nasıl da böyle sorgulanamazmış gibi kabul edildi? Bazen haftalarım gün gibi geçer, fakat onları hafta sayarım, bazen günüm hafta gibi geçer, fakat zamanıma gün olarak eklenir, bu tutarsızlık bile başlı başına şiir!

İşin sonunda ben de bir şiir yazacağım. Adını “Sabit’in Şiiri” koyacağım. O değişmeyen özü bulduğumda. Ondan sonra da bunlara hiç ihtiyacımız kalmayacak, zira her şey sabitle açıklanıp anlatılabilecek. O zamana kadar, masala benzemeyen masallarınızla oyalanmaya devam edin. Nazdırovya!”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: