Kırk Birinci Bab: Çiçek Mezarlığı

Çiçeklerimi nereye gömdün?

Demir zırh on kat daha ağır geliyor. Ellerime zincirleri geçirdiğimde sanki başka birinin elleriymiş gibi hissettirmesinden anlamalıydım. Savaş zordu, kazanılmaz değildi, yine de her savaş gibi kazanılamayacak bir sona yazgılı olması işten bile değildi. Attan indiğimde onulmaz bir yaram varmış gibi topalladım. Belki yüz kez gördüğüm sahne, yüz birincide vurur ansızın, bu da insanın beklenmedik zayıflıklarından biridir. Savaş hep yenidir.

Çimenlerden başka bir şeyin olmadığı büyük arazi. Uçsuz bucaksız, tepesiz yükseltisiz, böyle kara parçalarında insanın koşası gelir. Deniz gibi sonsuz, deniz gibi tehlikeli görünüyor gözüme. Aklımın içinde küçük siyah bir hayvan var: Kes, der keserim; as, der, asarım; yık, der, yıkarım. Sorgulamak ancak eylemleri izleyenlerin lüksüdür. Savaşın içinde size ahlakınızla konuşacağınız küçük anlar bahşedilmez. Öldür ya da öl, kural basittir.

Silahımı hafifçe tartıyorum. Dengeli ve keskin, olması gerektiği gibi. Uzunca bir süredir beraberiz, üzerinden temizlenen kan toplansa küçük bir göl oluşturabilirdi. Toplanmadı, yitti gitti. Birçok insanı öldürüşüyle gururlu, işini doğru yaptığı için vakur, serçe parmağım gibi bana ait: Güzel kılıcım, parla ve kes.

Sağ ayağımı ileriye doğru savurarak dizimin üstüne çöktüm. Yukarıdaki koca savaşçıya duamı ederken, haklıysam savaşı kazanmayı, haksızsam ruhumu tüm gururlu savaşçıları kabul ettiği yere kabul etmesini tembih ettim. Şimdiye kadar attığım zarlar hep masadaki bütün parayı almamla sonuçlandı, kaybetmeyen bir kumarbaz olarak, hem masayı sevdim hem zarları. Yine de elimden çıktıkları anda tüm kontrolün zarlarda olduğunu bildim. Bahis, canımla alakalıydı, kazanan yaşama layık olmayı kazanırdı, oyun sürer dururdu.

Kalkıp ilerideki karartıya doğru yürümeye başladım. Yavaş yavaş, fakat kararlı. Korkak adımlar ölüm adımlarıdır. Bunu her savaşçı içinde bir yerlerde bilir. İnsanlar çoğunlukla zayıf oldukları için değil, korktukları için ölürler. Zayıflar için usul yanan cehennem, korkaklar için kor alevlerle yanar, savaşçılar için ancak ölümsüz bir cennet durur, ötede bir yerde kurulur da kurulur, gidebilen kurtulur.

Elimdeki tahta kılıcı ince kollarımla savurmaya çalışırken, babam arkamdan “hadi! Korkaklar için korlarıyla yanan cehennem! Unuttun mu,” diye bağırırdı. Önümde benim yaşlarımda bir çocuk tahta kılıcımın bir benzerini taşırdı. Savaş bir tür oyun gibiydi. Tahta kılıçla yalandan yaralanan kendini yere atar, ölü gibi yatardı. Yatarken çimenler bir garip kokarlar. Sanki yenilmişlerin burunlarına ayrı bir şekilde dolarlardı. Babam kazanmadığım zamanlarda elimden tutup beni kaldırmaz, kazanan çocuğu sırtına alıp evine götürürdü. Güneş batana kadar yattığınız yerden kalkmak yasaktı, akşama kadar ölmüş olurdunuz, ertesi sabah yeni bir savaş başlardı. Yatıp beklememek için tüm gücünüzle saldırırdınız. Böyle sürüp giderdi, bir gün gerçek kılıçlarla oynadığımız zamanlar geldi, artık yatanların hava karardığında kalkıp gelmediği, kekre bir zafer tadıyla ağzınıza çalınan nidaları, ölülerin ruhlarına hediye ettiğiniz safir zamanlarda yürümeye başladık. Gece içilen içkilerde hep bir parça kan tadı olurdu, nedense o kan, kimi öldürdüyseniz onun gibi kokardı. Çiçeklerim… Çiçeklerimi nereye gömdün?

Karartı yaklaşıyor. Sonsuz gibi görünen mesafe artık bitmek üzere gibi yitiyor. On adım sonra karşılaşacağız. Zırhı sanki aydan gelen tüm ışığı emiyormuş gibi parlıyor. Gözlerim karanlığa iyice alıştı. İyice görebiliyorum artık karşımdakini. Konuşmak istiyorum, bir neden sormak, bir amaç bilmek. Bunların hepsi güzel giysileriyle davetlerde boy gösteren efendiler tarafından masalarda konuşulup tartışılmış şeyler. Onların emriyle buradayız. Bize güveniyorlar, kazanacağımıza inançları tam, belki şimdi de davetlerinden birinde geleneksel danslarından birini sergiliyor ve gülümsüyorlardır. Beş adım kaldı. Kılıcı iyice kavradım. Hep soldan savururum, tam savunmaya geçtiklerinde sağ taraftan ters bir hamle yapıp, midelerinin biraz altındaki metali tabaktaki yağ gibi keser alırım. Şimdiye kadar sekmeyen bir taktik. Hep kazandım, hiç izleyen olmadığından, hiç yenilemeye de gerek kalmadı. Üç adım, kılıcı kaldırdım. İki, sola savurdum. Bir, sağdan çekerken… Göğsümde tüm ihtişamıyla bir kılıcın kabzasını gördüm. Kalbimden direk sokulan o uzun bıçağın hissi. Başta yanıyor gibi hissedersiniz, sonradan içiniz soğur. Kılıcım elimden düştü. Yenildim. Bugün güneş batarken kalkıp babamın yanına gitmek yok, aslında, onun yanına gideceğim yine de. Savaşçıların cenneti beni bekler, onurlu bir hayat yaşadım.

“Bunları elinde bir daha görmeyeceğim Kahor! Savaşçıların çiçekleri olmaz, ancak kanlarla suladıkları topraklardan çıkan kızıl otların görüntüsüyle tatmin olurlar. Bana ver o elindekileri!”

Çiçeklerimi verdikten sonra eve gidip annemin yaptığı yemeği usulca yedim. Hayatımda ilk kez bir şeyi öldürmekle değil yaşatmakla ilgilenmiştim. Evin yakınında, gizli bir aralıkta, her gün gidip sulayıp büyüttüğüm bir avuç çiçek. Babam sinirle kapıdan girdi, çiçeklerim yoktu. Yemeğini yedikten sonra bana öfkeli bir bakış attı. Bari öldükleri yeri bilseydim de, gidip onlarla son kez olsun konuşabilseydim istedim. Utanarak sordum:

“Baba, çiçeklerimi nereye gömdün?”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: