
Boşluk.
Boşluk sanki hep oradaydı. Bir damarın içinde gezinen küçük kan hücreleri gibi bana rengimi veriyor fakat uzaktan bakıldığında görülmüyordu. İçimde gezindiğini bildiğim çoğu şey gibi, boşluk da, ne etrafımdaki kişilere ne de bana bir anlam ifade etmiyordu. Eveti herkesin içinde yollara benzeyen damarlar, kalp, mide… Göremediğimiz fakat orada olduğunu bildiğimiz onlarca şey vardır, fakat, kaçımız gündelik bir konuşmanın ortasında bunları düşünürüz ki?
Odanın ortasındaki büyük tahta sehpanın ortasındaki kitap. Kendimi bildim bileli aynı sayfada bekleyen ayracıyla evin bir ferdi gibi muhabbetleri dinliyor. İçindeki kelimelerden daha fazla kelime duyan kaç kitap vardır ki, haha, bizim kitap eminim üç dört kitap yazacak kadar hikaye biriktirmiştir. Duyduklarını anlamaması ne hoş, öyle sessizce bekleyip, tepkisizce olan biteni takip etmek maddelere verilmiş bir hak. Keşke aynı hakkı annem de kullansa, odanın öteki ucundan, bir gözüyle sabah programının gidişatını takip ederken, kalan az sayıda dikkat parçacığıyla “ne oldu senin o iş,” diye sorma adetini bıraksa. Boşluk sanki hep oradaydı. İşlerin bir şey olmadığını, olanlarının zaten göze görülür bir oluş halinde olduğunu, genelde olmayan işlerin sessiz sedasız yastık altı edildiğini bilir fakat bilmezlikten gelir bu tavrını bıraksaydı. Kitap gibi öylece bekleseydi. Ölseydi, mi demek istiyorum, hayır. Zorunlu bir sessizlik hali değil de, kendi seçtiği bilge bir sessizliği olsaydı, fena mı olurdu.
Elbiseleri ütülerken bir noktada elimi yakmadan bu işten kurtulamayacağımı anladığımda, benim için de sürpriz olacak bir şekilde elimi boydan bota yaktığım gün, annem “bilerek yaptı deli,” diye babama yakınmasaydı, yine de elimi bir şeref madalyası gibi taşırcasına eldivenlerimi tam da yanık yerinden keserek kullanır mıydım, kim bilir. Boşluk sanki akar gibiydi. Evde bağırarak, bir şeyler fırlatılarak, saçlar yolunarak kavga ediliyordu, fakat sevgiler hep suskun suskun yaşanıyordu. Babama beni şikayet ettikten sonra içli içli ağlayarak yanıma gelip, elime yanık kremini sürerken sevdiğimi bildiği bir türküyü mırıldandığını duymasaydım, o gece yanık elimle annemi boğma planımı nihayete erdirir miydim, kim bilir. Sessiz sessiz ağlayarak ve elimi yaralı bir kedi yavrusu gibi ara sıra yalayarak iyileştirmeye çalışmasaydım, ağlayıp zırlayarak cemi cümle cihanı odama toplasaydım daha mı iyi olurdu, elbette hayır, bize yakışmazdı. Hem, nerede görülmüş Metis’in ağladığı? Deli mi ne! O psikopat ağlayabiliyormuymuş ki ağlasın, laf!
Sanki hep orada, akar ve dolar bir hali vardı. Televizyon izlerken babamın zen rahipleri gibi odaklandığını biliyordum. İnsan ancak sonsuz sevgiyle baktığı bir şeye bu kadar dikkat kesilebilirdi. Bana hiç böyle bakmış mıdır? Sanmam. Eğer bir noktada bana böyle bakmış olsaydı, zaten şimdi olduğum kişi olamazdım. Ara sıra taşaklarını kaşıyarak, “kızım kalk da bi’ çay getür bakam hele,” diye bağırmasaydı, meditasyonuna ara verdiğini de anlayamazdınız. Çay içen, çay yiyen, çayla beslenen ve büyüyen bir Leviathan! Biz daha çok “baba” diyoruz, Leviathan deyince bir garip bakıyor çünkü, bütün babalar gibi “leviathan” ve “evladını sevmek” ona hayli yabancı kavramlar. Ancak okumuş, kuru götlü burjuva ailelerin bileceği şeyler bunlar, biz okutur besler büyütür siktir ederiz, anca o kadarı gelir elimizden.
Etrafını kırmızıya boyuyor, akıyor, doluyor ve bir şeyler istiyor gibiydi. Evden saatli çıkıp saatli girmek gerekirdi. İnsan sanki saatler arasına sıkışmış bir dişli gibi, ancak belli sınırlar içinde eylemlerini gerçekleştirebiliyordu. “Laf söz olur,” diye bir suç vardı, alimallah kimsenin işlememesi lazımdı, yoksa ceza da belliydi, “laf söz oluyordu.” İnsan bu kadar basit bir mantık karşısında apışıp kalıyordu. Tüm hayatını laf söz olmasın diye yaşayan bir yaratığa dönüşüyordu, ama kader bu ya, ona da bir kulp bulup lafa söze çevirebiliyorlardı. Kurtulmanın tek yolu, annemin de dahil olduğu, laf söz komitesinde bir koltuğa sahip olmaktı. Böylece, laf söz olmadan, onun üreticiliğine soyunarak bir kalkan edinmiş oluyordunuz, fakat o kurula da girmek hayli zordu.
Tütüyor gibi bir duman yayılıyordu, boyuyor, akıyor, doluyor ve bir şeyler istiyor gibiydi, yapış yapıştı. Saçımı kısacık kestirip, kendime “Kahor” dediğim zamanlarda bu laf söz bayağı bir sorun olmuştu. Fiziksel olarak hep erkeğe benzerdim, fakat saçlarımı uzattığımda bütün kadınlar kadar kadın görünürdüm. Hoş, insan içinde ne ise o’dur, bedenin istekleri de zihnin isteklerinden geri kalmaz, kendini dayatır. Ne olmak istemediysem, o oluşumu izlemek zorunda kalışımla sınandım hep. Kahor, diyordum kendi kendimle konuşurken, baban ağzına sıçacak şimdi. Taşaklarımı kaşır gibi yapıyordum, yok, olmuyordu. Babam her şeyi bir başka yapıyordu. Onca yıllık Leviathan sonuçta. Bir gün ayağa kalkıp, “ulan senin ananı…” diye başlayan bir cümle kurdu, sonunu bir türlü getiremedi, hani bizim bir kitap vardı, ayracı hep aynı yerde duran… Hah! Onun gibi yarım kaldı işte. Bir sigara yakıp kendimi yatağa bıraktım. Babam da yanımda kıvranarak, herhalde taşağını kaşıyıp, televizyonunu sessiz sessiz izlediği zamanlardan bahsetmek istiyordu ama, insanın boğazı boydan boya kesik olunca, hırıltılardan pek bir şey anlaşılmaz.
Boşluk tütüyor gibi sıcak, kokusu tere benzeyen bir şekilde, duman duman yayılıyordu; halıyı kırmızıya boyuyor, akıyor, odaya doluyor ve bir şeyler istiyor gibiydi. Garip, dedim oğlum Kahor, sonra aslında soru olmayan sorumu cevapladım: Boşluk sanki hep oradaydı.
Bir Cevap Yazın