Kırk Üçüncü Bab: Ateş

Mağaranın ortasında yanan ateşi kim getirdi ya da kim yoktan var etti kimse bilmiyor, fakat kime ait olduğunu herkes biliyor: Şef Taba. Ayrık gözlerinin üstündeki bitişik sert kaşları, kalın kolları ve omuzları, koca kayaları taşırken bile bükülmeyen beliyle kabilenin reisi, başı, kralı… Her şeyi, Şef Taba.

Bu böyle süremez, diyor içimde bir ses, Şef Taba artık yaşlandı. Ellerinin titremesi artık iki ağaç öteden görünür oldu. Bir kurt gibi keskin dişleri yerini dağınık kayalar gibi oraya buraya savrulmuş dişlere bıraktı. Av zamanlarında en önde koşan şef gitti, yerine yaralı bir aslan geldi sanki. Eğer birdenbire yiterse, mağaranın yeni sahibinin kim olacağı belli olmadığından, gücü yeten yetene saldırır, olan kabileye olur. Ölmeden önce, fakat henüz güçten de düşmemişken, yeni bir lider gelmeli. Bu ben olmalıyım.

Ayağa kalkıp ateşe biraz daha yaklaştım. Bacaklarımı gererek, sanki daha önce hiç oturmamışım gibi yavaşça oturdum Taba’nın karşısına. “Ubabla Urtula,” dedim, “Tanrı zar atmaz/selam ancak hak edene verilir/iç sesim huzursuzlandı” bana “Kutulai Saftel,” diye cevap verdi, “Sağ köpek ölü aslandan iyidir/selam alınmaz yer yoktur/için ferah kalsın” elimi göğsüme götürdüm, bu “evet” demekti. Aramızda inanılmaz bir gerginlik olduğunu tüm kabile seziyordu, anlamlardan hangisiyle konuştuğumuzu kimse bilmiyordu. Dil henüz cansız bir gereç olarak kullanılmadığından, savrulan bir bıçak gibi neresini çevirirseniz orası değiyordu karşındakine. Ateşe doğru eğildim, tek anlamlı kelimelerden birini aradım, “Kargu!” diye ünledim, açıkça “savaş” demekti.

Ateşin iki yanında aynı anda ayağa kalktık. Sertçe bakmaya çalışarak, içimdeki çocuğun, “hayır, o Şef Taba, bizi lime lime eder,” diyerek korkan yanını dehşetle bastırmaya uğraştım. Ne ateşin hükmü ne de Taba’nın hükmü, artık Kahor’un zamanı başlamalıydı. Ayaklarımı toprağa olabildiğince sertçe, tok bir ses çıkararak vurdum. Taba bir an önceki afallayışından sıyrılıp, suratına avlanırken takındığı ifadeyi çağırdı, fakat av olan ben değildim, sertçe kükredim, av olmadığımı bilsin istedim.

İlk avıma çıkarken elimde Taba’nın en eski bıçağı olan Kuffel’i tutuyordum. Kuffel, “dünyanın başı” demekti. Bizim bir kabile olmamızı sağlayan, et yememize, diğer kabilelerle savaşmamıza ön ayak olan taştan yontulmuş bıçak. Kuffel hep kabilenin en küçük savaşçısında dururdu, oyuncak değildi fakat tam bir bıçak da sayılmazdı. Onu elime ilk aldığımda, ava çıkacak olan topluluğa kabul edildiğimi anlamıştım. Kuffel benim kabile için artık önemli biri oluşumu simgeliyordu. Yüzüme ıslak toprak sürüp ateşe dua ederken, Kuffel’in canlar almasını diledim, fakat dileğimde eksik bir yan vardı, “hayvan canları” diye belirtmeyi unuttum. O zamanlar sadece “Ka” diyorlardı adıma, sonra Kuffel ile onlarca insanın yaşamına son verdikten sonra, beni hor gören kabilem “Kahor” demeyi seçti. Ben olmasam çoktan başka kabilelerin bıçakları altında kanları nehirler gibi akardı, yine de nankör insanlar, bir türlü yaptıklarımın gerekli olduğunu anlamıyorlardı. İnsan sadece doğa ile savaşmaz, düşman hep dünya değildir, bazen diğer insanların canları sizin canlı kalabilmeniz adına yok edilmelidir. Diğerlerinden daha uzağı görebildiğimden, onların bana karşı tavrını önemsemedim, aldığım canların alınması gerekenlerden olduğunu hep bildim. Dili de diğerleri gibi tek değil, üç anlamlı kullanmayı seçtim. Taba ve ben, hayvanların kıyıcısı ve insanların kıyıcısı olarak, kabilenin en yaşlı ve en genç savaşçısı olarak, Kuffel’in ilk ve son kullanıcısı olarak… Baba ve oğul olarak yıllarca yaşadık.

Taba bacağına sarılı deri kayıştan bıçağını çıkardı, ben de sırtıma bağladığım deri çantadan Kuffel’i çıkardım. Ateşin etrafında dönerek, bıçakları birbirimize savurmaya başladık. “Unterna Okilani” diye bağırdım, “Genç güneş yaşlı batar/her uyanış yenilgidir/ruh da yorulur” bir anlık duraksamadan sonra, “Katerna İlaki,” diye karşılık verdi, “Güneş tek olduğu için yanar/kazanan kaybedene denktir/beden hep ölüdür” son heceyi öyle bir söylemişti ki, içimdeki çocuğun saçını okşamıştı sanki. “Beden hep ölüdür,” üç anlamdan bunu seçtiğini biliyordum, yine de “Keklat!” diye bağırıp, sürpriz bir hamle yaptım. Bıçağımı midesine saplayıp göğsüne kadar çektim, Kuffel’i gizli gizli bileylediğimi kimse bilmezdi, aslında kabilenin en keskin bıçağı, en kör sanılanıydı.

Mağaranın arkasında Veda Tepeleri vardı. Veda Tepeleri’nde oturduğunuzda, karşınızda gök ve yerin tüm sınırsızlığını görür, sanki dünya ayaklarınızın altına serilmiş gibi hissederdiniz. Kuffel’i bana verdiği gün Taba beni oraya götürmüştü. Omzuma sertçe vurup, “Klimen Tübek,” diyerek gülmüştü, “Büyümek de bir yoldur/tüm yollar başka yolları keser/sonlar düşman değildir” gülümseyerek “Limek Raberok,” demiştim, “İkinin bir olduğu gün/yolların bitişi başlangıçlarıdır/başlangıçlar tehlikelidir” kalkıp Kuffel’e son bir bakış attı, sonra hiç unutmayacağım bir sesle, “Keklat,” dedi, “Sevgi.” Koca Şef Taba’nın, babamın, üç anlamlı konuşmadığı tek andı, o zaman anlamıştım, sonraki şef ben olacaktım.

Mağaranın ortasında yanan ateşi kim getirdi ya da kim yoktan var etti kimse bilmiyor, fakat kime ait olduğunu herkes biliyor: Şef Kahor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: