
Birinci sigara:
Telefonun acı acı çalışıyla uyandım. Açtığımda sabahın bu saatinde haddinden fazla uyanık ve yüksek bir ses, “uyan ulan ibne!” diya bağırarak uykumu açtı, “bulmuşlar seninkini.” Bu iki sihirli kelime bedenimde soğuk duş etkisi yaptı. Salona gidip dün gece bakkaldan aldığım paketi açtım. Biraz hava almak için pencereyi araladım. Saat sabahın beşiydi. Kargalar acı acı ötüyordu. Bugün bütün sesler acı acı gelecek kulağıma, diye düşündüm. Hayat bir çukursa, en dibi burasıydı. Günaydın Kahor, dedim kendi kendime, her şey ne kadar da güzeldi değil mi?
İkinci sigara:
“Saat kaç,” diye sordu Marduk. “Sekiz,” diye cevapladım. Dudağından bir ıslık salıverdi. “Otuz yedi saattir uyumuyorum ulan,” dedi şaşkınlıkla. “Bir süre daha uyuyamayacaksın,” dedim. Üç saat önce evimde mışıl mışıl uyuyordum, oysa şimdi bu kahvehane köşesinde, haddinden fazla sayıda ve haddinden fazla gergin yedi adamla oturup bir tür kaçış planı tasarlıyorduk. Çaylarımız geliyor, bitiyor, yenileniyordu. Bu döngü dört kez tekrarlandı.
Üçüncü sigara:
“Kalk hadi,” deyip ayaklandı Marduk. “Dur, şu sigarayı bitireyim kalkarız,” deyip bir nefes daha çektim. Masadaki en yaşlı adam, “en doğrusu hiç bilmiyormuş gibi yapmak,” dedi, “suç üstü yakalansan bile bilmiyormuş gibi yapacaksın. İnkar yiğidin kalesidir.” Peh, ne büyük laf. On sekizlik intihar çivisini kıçımıza çaktıklarında da inkar edebilirsek ne mutlu bize. Çador’un öyle sorgulamakla falan işi olmaz. Direkt eylem adamı, namı büyük Çador. Aslında, size bulaşmadığında saygı duyabileceğiniz, ağabeyiniz olsun isteyeceğiniz bir insan. Düşman olarak seçilebilecek en kötü seçenek. Hoş, insanın pek seçerek düşman edindiği görülmemiştir. Çoğunlukla olaylar gelişir ve ilişkilenişler sizi pozisyon almaya iter. Biz de şu an Çador ile düşman pozisyonunda ikamet ediyoruz, hepsi bu. Orantısız bir güce sahip olması onun suçu değil, avantajı. Aptal olma suçunu üstlenen de ben oluyorum bu durumda. Hoş, kim dedi git şehirdeki en belalı adama bulaş… Hiç!
Dördüncü sigara:
Yağmur hafif hafif çilselemeye başladı. Kabanımın düğmelerini ilikledim, Marduk da montunun fermuarını sonuna kadar çekti. Tek katlı derme çatma bir binanın yanındaki tarladan bozma otoparkta bekliyoruz. Marduk’uk elinde içi parayla dolu bond bir çanta var. “İki milyon lira,” diyor gergin bir tonda. Dile kolay, iki milyon. Cımbızla toplayıp kaşıkla dağıtıyoruz. Dişimizle tırnağımızla onca badireden canlı çıkıp biriktirdiğimiz tüm para, bir çantaya sığıveriyor. Küçük bir yağmur damlası sigaranın ucuna düşüyor. Hafif bir ıslık sesiyle hem sigarayı söndürüyor hem kendi buharlaşıyor. Bugün pek şanslı değilim. Oysa şu an en çok ihtiyacım olan şey, şans.
Beşinci sigara:
“Benim kafam işin matematiğine pek basmaz,” diyor Çador, davudi bir sesle, “oturup sayacak da değilim. Ama (burada son “a”yı bir hayli uzatıyor) eğer buradaki para bir lira bile eksikse…” Cümleyi bitirmiyor. Demek ki insan, belli bir güce ulaştığında tehditlerinin sonunu bile getirmesi gerekmiyor, bir cümlenin başlangıcı bile yeterince korkutucu olabiliyor. “Ne bok yediğinizi iyi düşünün, bununla kurtulduğunuza şükredin,” diyor başımızı okşar gibi. İki tane goril gibi yaveriyle beraber arabasına binip uzaklaşıyor. Geride bıraktıkları cesede aynı anda bakıyoruz. Marduk, “şimdi ne yapacağız,” der gibi bakıyor.
Altıncı sigara:
Cesedin yanına çömelip sigaramı yakıyorum. Kafamdan onlarca düşünce geçiyor. Ansızın ağlamak istiyorum. İçimden dünyanın bütün kirini atacakmış gibi ağlamak, ölecekmiş gibi ağlamak… Fakat, burada böyle sonsuza kadar duramayacağımızı biliyorum. İnsan, rahat rahat ağlayamıyor bile, bir noktada durdurmak zorunda kalacağını bildiğinden. Marduk da çömeliyor. “Hay anasını si…” diye başlayan bir küfür maratonuna girişiyor. O da böyle ağlıyor sanırım. Sigara bittiğinde cesedin üstünde söndürüyorum. Marduk ayıplar gibi bakıyor. “Cevat,” diyor parlak bir fikir bulmuş gibi. “Biliyorum,” diyorum usulca, “Cevat.”
Yedinci sigara:
Cevat ağzımdaki sigarayı benden önce davranıp yakıyor. Odun deposunun arkasında iki battaniyeye sarılıp halatla düğümlenmiş insan şeklindeki yüke bakıp, “bakın size bir iyilik borcum var, doğru, fakat eğer bunu burada hallederseniz borç kapanır,” diyor. Marduk, gülerek, “elbette Cevat abi,” diyor, “lafı mı olur.” Olur, diyor içimden bir ses, bunun da lafı olmalı. “Dikkat edin de alev odunlara sıçramasın,” diye uyarıyor Cevat, “kül oluveririz yeminle.” Biz zaten kül olmuşuz, diyemiyorum. Fakat, biz zaten kül olmuşuz.
Sekizinci sigara:
Ceset yavaş yavaş kül olmaya başlıyor. Ellerimi istemsizce alevlere yaklaştırıyorum. Fark ettiğim gibi de geri çekiyorum. Marduk, fark etmiş olacak ki, gülümsüyor. “Mangal koktu değil mi,” gibi alakasız bir espri yapıyor. “İki patlıcan getir de közleyelim eşoğlueşek,” diyorum. “Orospu çocuğu” da diyebilirdim aslında, fakat Fikriye Teyze’yi severim, Marduk’un orospu çocukluğu ondan bağımsız bir şekilde cereyan etmiş belli ki.
Dokuzuncu sigara:
Elimdeki çayı sehpanın üzerine bırakıyorum. Hep oturduğum yere oturup, cebimdeki paketten bir sigara çıkarıyorum. “Saat kaç,” diye soruyor yine Marduk. “Uyu istersen,” diyorum yorgun sesimle, “bir süre mangal yapmayacağız.” Kanepeye uzanıp, “siktir lan,” diyor fısıltıyla, derin bir uykuya dalıyor. Çay soğuyacak, diye düşünüyorum, içseydin bari or…
Onuncu sigara:
Koltukta doğruluyorum. İkimiz de uyuyakalmışız belli ki. Hava hafiften kararmış. Telefonuma bakıyorum, yirmi altı cevapsız arama: Çador Ağabey. Ayağımı uzatarak Marduk’un omzuna bir tekme yerleştiriyorum. “Ne oldu,” diyerek uyanıyor, ellerini yumruk yapıp gözlerini ovuşturuyor. Hiçbir şey söylemeden telefonu gösteriyorum. “Anlamışlar mıdır dersin,” diye soruyor. “Anlamamış olsalardı, anlardık,” diyorum. Yarı uykulu, dediğimi anlamıyor haliyle. “Yediğimiz boku daha büyük bir bokla kapatmaya çalıştık,” diyorum çatallanan sesimle, “sıçtık resmen.” Marduk, “gerçek paralar nerede?” diye soruyor. “Yatağımın altındaki çantada,” diyorum. Asıl şimdi günaydın Kahor, asıl şimdi günaydın aslanım.
On birinci sigara:
“Yavaş git hayvan oğlu hayvan!” diye bağırıyorum Marduk’a. Hız göstergesi yüz elli ila yüz yetmiş arasında gidip geliyor. “Gebze’de amcam var,” diyor birden. “Arif Amca’yı demiyor musun,” diye soruyorum. “Yok,” diyor, “onu herkes tanır.” Eniğe bak, kimsenin tanımadığı bir amcası var, bizi iki milyonla onun yanına götürecek. Fısıldayarak, “fesupanallah,” diyorum. “Ne o, hocalığa geri mi döndün,” diyerek kahkaha atıyor. “Gassallığa döneceğim puşt,” diyorum kızarak, “ilk pamuğu da senin götüne basacağım.” Gülümsüyor, “benden önce seninkine tıkmazlarsa elbette.” Sol gözüm seyirmeye başlıyor. Sabah gördüğüm rüyayı düşünüyorum. Camı hafif aralayıp dumanın arabanın dışına kaçışını izliyorum. Keşke ben de böyle boşluğa karışsam şimdi, Çador bizi itin götünde bile bulur.
On ikinci sigara:
Çorbasını şapırdata şapırdata içtikten sonra, elinde kalan yarım ekmek dilimini yemeye başlıyor Marduk. “Ulan, böyle bir durumda bile mideni ihmal etmiyorsun ya, helal olsun,” diyorum gülerek. “Aç ayı oynamaz,” diyerek bir kahkaha patlatıyor. “Oynatacaklar seni bir güzel, merak etme,” deyip sigaradan son bir nefes çekiyorum, sağımda solumda bir küllük aranıp bulamadıktan sonra, izmartiti Marduk’un boş tabağına basıyorum. Arabaya doğru yürürken, arkamdan birilerinin beni izlediğini hissediyorum. Adımlarımı hızlandırıyorum.
On üçüncü sigara:
Fuat Amca’nın evinin önünde dikiliyoruz. Zile ne kadar basarsak basalım açmıyor. Marduk, “ölmüş olmasın sakın,” diyor korkmuş bir tınıyla. “Ağzını hayra aç,” diyorum. Hoş, bugün pek hayırlı şeyler gelmiyor başımıza. Sabah otoparkta attığı, “şimdi ne yapacağız,” bakışını atıyor yine. “Arif Amca,” diyorum sadece. Arabaya biniyoruz. Başka şansımız yok, sabah hepsini boş bir kumarda kaybettik.
On dördüncü sigara:
Arif Amca’nın kızı önümüze çayları bırakıyor. “Evlat,” diyor Marduk’a bakarak, “anlat bakalım neler olduğunu, başımızın üstünde yeriniz var, istediğiniz kadar saklanabilirsiniz burada,” diye ekliyor. Babacan bir havası var, sanki, fazla babacan.
On beşinci sigara:
Balkondan aşağıya bakarken, iki tane jilet gibi siyah jip kapının önüne park ediyor. Marduk’un içeride devrilip uyuduğunu hatırlıyorum. “Allah’ım,” diyorum, belki on yıldır ilk defa, “sen bizi kurtar.” Eğer zil çalarsa, ikimiz de öldük demektir. “Lütfen Allah’ım,” diyorum ağlamaklı bir sesle, “zil çalmasın.” Uzun bir sessizlik oluyor. Bir an, geçen gün sadaka verdiğim dilenci kız geliyor gözümün önüne. Yaptığım tüm karşılıksız iyilikleri düşünmeye başlıyorum. Ölüm sessizliği kesilecek gibi durmuyor. Derin bir nefes alıyorum. “Oh be,” diyorum, “sonunda şans yüzüme güldü.” Gülümseyerek mutfağa adımımı attığımda, zil acı acı çalıyor.
On altıncı sigara:
“Çador abi, kulun kurbanın olayım, beni öldürme,” diye yalvarıyorum. Gözümden akan yaşlar tuzlu bir tatla dudağımın iki yanından akıyor. Sol kaşımdan akan kana karışıyor arada bir. Okkalı bir tokat daha yiyorum. Çador’un sağ elindeki yüzük yanağımı hafifçe çiziyor. “Ulan soysuz köpekler,” diye bağırıyor, “Çador’a kazık atmaya cesaret etmek ne demek?” Cidden soru mu soruyor, yoksa sadece egosunu tatmin etmek için basit bir retorik mi kullanıyor, anlamak çok güç. Aslında insan bayağı bir dayak yiyebilir, sonrasında bilinçli de kalabilir, fakat yirmi altıncı tokattan sonra idrak kanallarım oldukça kapalı duruyor. Ağzıma yerleştirdiği sigarayı yakıyor sonra, babacan bir sesle, “gerçeği nerede bunların?” diye soruyor, odanın ortasındaki açılmış çantanın içindeki sahte paraları göstererek. Sahi, gerçek paralar nerede?
On yedinci sigara:
İki gorilden birinin adı Muaf, kızı üç yaşında. Çador Ağabey’in yanında sekiz yıldır çalışıyor. En sevdiği yemek musakka. “Ben hiç musakka yemedim,” diyorum sohbete katılabilmek için. Sonra elimi cebime sokup sigara paketimi çıkarıyorum. Muaf’a doğru uzatıyorum. “Bıraktım kardeş,” diyor sanki kelimelere borçlanmış gibi ketum bir tavırla, arabadaki gevezeliğinden eser yok. Sigarayı yakıp, Arif Amca’ların evinin mutfak penceresine bakıyorum kafamı kaldırıp. Marduk, eğer biraz aklı varsa, paraları alıp kaçmıştır. Ben zaten şu noktada yaşayan bir ölüden farksızım. Er ya da geç, sabahki mangalın bir tekrarı benim için de düzenlenecek.
On sekizinci sigara:
İki gorilin cesetlerini dört kişi zor taşıyoruz. Binanın deposuna sürükleyip bırakıyoruz. “Yaman nişancıymışsın Arif Amca,” diyorum. “Biz ne itler gördük, bunlardan mı korkacağız,” diyor gururla. Çador’la kapanmamış bir hesabı var belli ki. “Ben kamyoneti getireyim, siz de battaniyelere sarın,” diyor. Sabahkine iki battaniye kafi gelmişti, bunların her birine en az üç tane lazım, diye düşünüyorum. Arif Amca’nın kızıyla Marduk, usul usul sarıyorlar cesetleri. Sanki olağan bir aile aktivitesiymiş gibi ara ara gülümseyip, alakasız muhabbetler ederek bitiriyorlar işlerini. İnsan, lanet olsun ki, her şeye alışır. Her şeye, ansızın, alışıvermiş bulur kendini.
On dokuzuncu sigara:
“Hah şöyle, keyifli keyifli gidelim,” diyorum Marduk’a. Kamyonet amcasının olunca, hız sınırını aşmamaya özen gösteriyor. Teybi açıyorum. “Durulmaz bu durumlar hiç/Gösterdin mi kendini sen/Bir çıkış var bir de giriş/Öldürdüm o aşkını ben…” diye bir şarkı çalıyor. Marduk bir süre sonra ıslıkla eşlik ediyor. Pikniğe giden iki arkadaş gibi görünüyoruzdur muhtemelen dışarıdan. Oysa kapak ayrı kitap ayrı. Kanmamak lazım.
Yirminci sigara:
“Bugün yaptığımız ikinci mangal. Borçlandık sana Cevat abi,” diyor Marduk. “Lafı mı olur,” diyerek gülümsüyor Cevat. Olur yahu, olmalı. “Maşallah nasıl da yanıyorlar öyle,” gibi patavatsız bir yorum yapıyor. Sonra da yavaştan yazıhanesine seyirtiyor Cevat. “Bakkala gideceğim, midem kazındı,” diyor Marduk, “bir şey ister misin?“
“Sigara alsana,” diyorum, “benim paket bitti de.” “Hangisi,” diye soruyor. Cebimden paketi çıkarıp gösteriyorum: Marlboro Touch.
Bir Cevap Yazın