Kırk Yedinci Bab: Balık

Birinci bölüm: Balık Tezgahında Delilik

Kanlı Ay’da bana göre av var mı/ Bir gün sonra ne olacak hep sır mı?

Balıkların da ciğerleri var. Gözleri, kalpleri… Kafalarının içinde küçük bir beyinleri bile var. Yine de zamanında verilmiş bir savaşın galibi olarak her gün binlercesinin canını alıyoruz. Onları önce daha az güçlü oldukları bir yere çekip, boğulduktan sonra da bir güzel temizleyip yiyoruz. Hayat acımasız, düşününce, balıklar şanslı; en azından tezgahta işleri bittiğinde tertemiz pişiriliyorlar, benimse üstüm başım leş gibi kokuyor.

İki yıl önce, ustam artık yerdeki çöpleri temizleme işini aşan bir yeteneğe eriştiğimi düşünmüş olacak, beni balık tezgahında gelen balıkların kafalarını kesme ve içlerini temizleme görevine terfi ettirdi. Başlarda övünerek kabul ettiğim bu ünvan, sonradan nefret ettiğim bir işe dönüştü. Balıklar bana bakıyorlar, hem de hepsi, kızgın kızgın bakıp öyle ölüyorlar. Rüyamda bir balığı kesiyorum sürekli. Kafasını gövdesinden ayırıyorum, ölmüyor. Ölmeden önce ağzını açıp kapatıyor, bunu tüm balıklar yapar; fakat diğer balıklardan farklı olarak, konuşuyor! “Senin de gözlerini dikip canın için merhamet dilendiğin bir sonun olsun,” diyor sinirli balık, “puşt cellat seni.” Sonra gövdesini, nasıl yapıyorsa, başına bir daha bağlayıp, tezgahtan atlayarak boşluğa karışıyor. Dükkanın her yerinde onu arıyorum, çünkü eğer elimden kaçırırsam, tüm denizi toplayıp gelip infaz edecek beni. Kan ter içinde uyanıyorum. Üstümü giyip tezgaha gidiyorum, elime aldığım ilk balık, hem de her gün, rüyamda gördüğüm balığın tıpkısı oluyor. Elimden başka ne gelir, kesmeye devam ediyorum, konuşmayacaklarını umarak elbette.

Son zamanlarda kesmem gereken balıklar iyiden iyiye azaldı. Balıkçı Muaf, “denize kıran girmiş,” diyor, “köpoğulları betini bereketini kaçırdı denizin, ne vardı savaş başlatacak, boklu kızını kaçırdı diye ülke savaşa mı girermiş, peh!” Kral’ın kızını denizin öte yanındaki ülkenin prensi kaçırmış diyorlar. Kral’ın tepesi atmış, “vay sen misin kızımı kaçıran, gel bakalım kimin kime gücü yeterse,” diye savaş açmış. Olan da denizdeki balıklara oldu. Toplar balıkları korkutup kaçırıyor. Sabah balığa çıkmak neredeyse imkansız, geceler de tehlikeli. Anlayacağınız; filler tepişiyor, çimenler eziliyor, dünyanın zalim-mazlum döngüsü hiç durmadan devam ediyor.

Muaf bana sesleniyor ansızın, “Ulan bacaksız Kahor, yine iyisin terfi ettin,” diyor, “akşam balığa çıkacağız seninle, güneş batınca tekneye gel.” Bir bu eksikti. Ellerim kokuyor diye üzülürken, bütün vucudum balık kokmasaydı aklım kalırdı. En azından bu gece rüyamda balıkları görmeyeceğim, denizde aralarında geziyor olacağım.

İkinci bölüm: Av ve avcı yer değiştirir

Tüm hazırlıkları tamamlayıp, havanın iyice kararmasını bekledik. Çok uzaklarda alev almış koca bir geminin silüetini görebiliyorduk. Yanan gemi bizimkilerden biri mi yoksa karşı tarafınkilerden mi, belli olmuyordu. Her halükarda, birileri ölüyordu işte. Bizimse yaşamaya devam etmek için, tehlikeli de olsa balıkları avlamamız gerekiyordu. Kıyıdan usulca ayrıldık.

“Bu denizi avcumun içi gibi bildiğimi sanardım,” diyor Muaf, normalde hiç de konuşkan biri değildir oysa, “fakat insan her gün bir şey öğreniyor bu şerefsizden. Geçen gün yine gecenin köründe balığa çıktım, sabah kuş uçurmuyorlar iskelede. Biraz açıldım ki fark edip yakalamasınlar. Kör karanlıkta, şu gaz lambasının ışığını rehber ede ede ilerlemeye çalışıyorum, iki adım ötesini zor görüyorum. Yeterince ilerlediğimi düşündüğüm bir yerde durdum, ağları salladım, oturdum bekledim. Hafiften hava soğudu, ben de kürküme iyice sarındım, ıslık çalıyordum. Sonra ıslığıma eş başka bir ıslık sesi geldi kulağıma. Hemen o tarafa döndüm. Baktım ileride insana benzeyen bir silüet, bana doğru ıslık çalıyor. Gaz lambasını o tarafa çevirdim, puf, yok oldu gitti. Hemen ağları toplayıp geri döndüm.” İrkildim, kendimi zorlayarak gülümsedim. “Korkayım diye anlatıyorsan, ben o bildiğin çocuklara benzemem,” dedim. “Ulan bacaksız,” dedi kahkaha atarak, “korkma diye anlatıyorum, deniz garip bir memlekettir, seni ne zaman kovmak ne zaman beslemek istiyor anlayamazsın.” “Tıpkı bizim usta gibi,” deyip güldüm, “bazen, ‘aferin,’ dedikten hemen sonra tokadı yapıştırır.” “Aferin, iyi anlamışsın,” deyip kafamın arkasına okkalı bir tokat yapıştırdı.

Üçüncü bölüm: Gemilerin kanatları küreklerdir

Alev almış gemiden olabildiğince uzağa gitmeye çalışıyorduk. Muaf güçlü kollarıyla hızlı hızlı çekiyordu kürekleri. Ben de kayığın baş tarafında gaz lambasını tutarak yolu gösteriyordum. Ses çıkarmamamı tembihlemişti. Işıklarını yakmadan devriye gezen kayıklardan birine yakalanırsak halimiz yamandı. Hiç sıkılmıyor mu acaba, diye düşündüm içimden, her gün bıkmadan usanmadan gelip denizden balık çalmaya çalışıyordu. Balıkçıların hep bir tür hırsız olduğunu düşünmüşümdür. Zaman zaman da sinsi katiller gibi gelirler bana. Denizde öylece, kendi halinde yüzen balıkları tuzaklarına düşürüp, para için gelip ustam gibi insanlara satıyorlardı. İlk başlarda küçük balıkları geri attıklarını duymuştum, biraz daha büyüdüklerinde tekrar çalmak için küçük bir af çıkarıyorlardı sadece. Fakat savaş öylesine sıkıştırmıştı ki onları, artık yarım parmak büyüklüğünde balıkları bile affetmiyorlardı. İnsanların savaşı, balıklara uygulanan şiddeti bile değiştirmişti. Savaş bu, elbette barış zamanının kuralları uygulanmayacaktı.

Yeterince uzaklaştığımızı düşündüğünden olacak, kürek çekmeyi bıraktı. Hafifçe sarsılan kayığın içindeki ağları dört bir yana savurduk ve beklemeye başladık. Muaf bir sigara yaktı, fısıltıyla, “sen nasipli çocuksun, dopdolu döneceğiz bu sabah,” dedi. Gerçekten de uğurlu bir çocuktum. Hatta o kadar uğurluydum ki, ustam uğurum kaçmasın diye en az beni döverdi. Gülümseyerek oturup, sigaranın dumanının gecenin karanlığında yayılışını izledim. Yıldızlar havaya tutuşturulmuş küçük mumlar gibi göğü aydınlatıyorlardı. Her ne kadar başta tereddüt etmiş olsam da, iyi ki bu gece beni seçmişti Muaf. Ayaklarımı uzatıp göğü izleyebileceğim şekilde yaslandım. Uyuyakalmışım.

Dördüncü bölüm: Küreksiz kayıklar

Garip bir çıtırtıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda küreklerden birini suya doğru çeken bir silüet gördüm, “ne oluyor,” demeye kalmadan diğerinin de kaderi aynı oldu. Muaf devrilmiş bir halde kayığın kıç tarafında yatıyordu. Biraz daha yaklaşınca kafasının köşesinden kan sızdığını gördüm. Bayılmıştı. Ne kadar sarstıysam da uyanmadı. Gözlerim doluyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Derken, kayığa bir şey çıktı. Uzun sakallı iri bir adamdı bu. Gözlerim ayaklarını aradığında, alt tarafının bir balık gibi pullu ve tek parça olduğunu gördüm. “Son duanı et velet!” diye bağırdı. Ağlamaya başladım. Gitgide yaklaşıyordu. “Yalvarırım balık abi,” gözyaşlarım sel gibi akıyordu, “acı bana, kıyma.” “Sen bize acıdın mı ulan puşt!” diyerek yüzgeç gibi tek parça olan ellerinden birini boyun hizama doğru savurdu, boğazımı kesecekti ki…

Daldığım hayalden sıyrıldım. Balık tezgahında saatlerdir balık kesiyordum. Demirci çırağı olmak istiyordum artık. Balık kokusu dayanılır gibi değildi.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: