Kırk Dokuzuncu Bab: Mezar

“Bu ilk değil, biliyorsun değil mi?”

Kürek artık her toprağa saplayışımda kırılacak gibi garip sesler çıkarmaya başladı. Gecenin köründe titreyerek ortasında durduğum bu mezarlıkta fark edilmemeye çalışmak zaten yeterince zorken, bir de küreğin kırılıp kırılmayacağına kafa yormak zorunda olmak, peh, ne iş! Kazdığım çukurun yanında, gassalın bin altı yüz liraya -elbette gizlice- yıkayıp kefenlemeyi kabul ettiği ceset duruyor. Üşüyorum. Tüm aksilikler de olmak için kışı bekliyor sanki, içim yanıyor, dışım donuyor, bok gibi hissediyorum.

“Bu ilk değil, biliyorsun değil mi?” diye bir ses geliyor kefenden. Öksürmeye başlıyorum. Donuyor muyum acaba, sesler duymaya başlamak bunun bir aşaması mı? “Kahor,” diyor aynı ses, vallahi cesetten geliyor, “daha kaç defa gömeceksin beni?” Muaf, kes sesini. “Kes sesini,” diye fısıldıyorum, tükürürcesine ekliyorum, “puşt.”

“Ne kadar derine gömersen göm, ne kadar toprak atarsan at,” diyor, “sesim aklından çıkmayacak.” Yankılanıyor. Hava da soğuk. Sanki aklımın içinde buzdan bir büstün içinde muhafaza ediliyor sesi. Bin farklı tarafından kafamın içine giriyor. Sahi, daha kaç kere gömeceğim ben bu herifi?

Bundan altı yıl önce ilk defa karşılaştığımızda, yüzünde meymenet olmayan, hafif topallayan, alelade bir adamdı sadece. Patronun belgeleriyle ilgileniyordu. Sadece belgelerle ilgilenseydi hem parasına bakardı hem de mutlu uzun bir ömür yaşayabilirdi. Patronun belgeleriyle ilgilenme işine karısıyla da ilgilenmek gibi bir hobi ekleyince, ister istemez devreye ben girdim. Bir gece arabasının arka koltuğuna saklanıp, evine dönmek için kontağı çevirirken, boğazına geçirdiğim sicimle boğarak öldürdüm onu. Gassala götürüp – o zaman daha ucuzdu- kefene sardırıp, yine buna benzer bir mezarlıkta, gecenin bir köründe gömdüm. O zaman sesler yoktu. Muaf bu kadar geveze değildi. Tek bir fısıltı duydum gibi gelmişti o zaman: “bitmedi.”

İki yıl sonra, yine patronun lokantasında otururken, Muaf kapıdan girdi. Öyle rahat bir tavırla hareket ediyordu ki, hafızamdan şüphe ettim. Patronun masasına yaklaşıp, bir buçuk adana istedi, gülümseyerek oturdu. Yüzü tebeşir gibi olan patronun hışımla ayağa kalkışı, silahını çekişi, alnının çatına sıktığı kurşun. Nedense ilk düşündüğüm şey, bari yemeğini yeseydi de öyle ölseydi, oldu. Yine gassala gittik, yine kefen, yine mezar kazıldı. O zaman yaz vaktiydi. Hava sıcaktı. Anlaşılır tek bir cümle duydum o zaman, cümle aklımdan gecelerce çıkmadı: “Ben cellatların kurban edeceklerinden değilim, cellatları kurban edenlerdenim.”

Lokantaya geri döndüm, ortalığı temizlemişlerdi. Patronun masasına oturdum, bir buçuk adana söyledim. Yemek gelince gülümseyerek, “kime niyet, kime kısmet,” dedim. Patron anlamamış gibi yüzüme baktı. Açıklamakla uğraşamazdım, hem, yeni adam vurmuş bir adamın sinirleriyle uğraşmaya gelmezdi. Gassala gece gece iş çıkarmak istemezdim, ayrıca daha dün duş almıştım.

Bir buçuk sene geçti. İşler sürüp giderken merdivenleri çifter çifter tırmandım. Patron yaşlandı. Karısı yüzünden vurduklarımız canına tak etti, en son karısı da gassala uğramak durumunda kaldı. Gözünün feri söndü. Koskoca adam kendi vurduğu kadının yasına dayanamadı. Kilo verdi, huysuzlaştı, hiçbir şey yapmak istemiyordu. Bana göre hava hoştu, itibarım iyice kökleniyordu. Lokantayı artık ben işletiyordum, patron ara ara uğrayıp parasını alıyor, evine kapanıyordu. Büyük işlerde fikrini sorup önemli toplantılara katıldığı sürece, kimsenin bir derdi olmuyordu. Her şey tıkır tıkırdı, Muaf gelene kadar. Lokantanın kapısı her açıldığında çınlayan zil, bir garip sessizlikle sallandı o akşam. Karşımdaki sandalyeye oturana kadar kim olduğunu fark etmedim. Ne ara suratını gördüm, ne ara silahımı çektim, ne ara tam kalbine iki el kurşun sıktım, hatırlamıyorum. Aynı döndü: gassal, kefen, mezarlık. Sonbahardı. Yağmur hafif hafif yağıyordu. İlk gerçek sohbetimizi o zaman ettik. “Kurban gibi düşünen cellat, cellat gibi düşünen kurbanı infaz ediyor, ne komik,” dedi. Gülümsedim. O kadar net duyuyordum ki sanki ses kefenden değil de içimden geliyordu. “Ben emir kuluyum,” diye fısıldadım gülerek. “Sen ölüme hükmetmeye çalışıyorsun,” dedi küçümseyerek, “sen ölümü maaşını verdiğin köpeklerinden mi sandın?” “Hayır,” dedim, sesimi yükselterek, “sadece işini yapan bir memur gibi görüyorum onu.” Sonra sustu. Burada bitmeyecekti, biliyordum. Yine de içimden bir fatiha okudum, belki böylece ruhu rahata ererdi, kişisel bir şey değildi aramızdaki. En nihayetinde bir iş ilişkisiydi aslında.

“Boşuna kazma istersen,” dedi güleç bir sesle, “yine kazmak zorunda kalacaksın.” Çukuru kazma işi bitmişti. Kefene doğru yürüyüp, insan şeklindeki beyaz bohçayı kaldırdım. Hafifti. Her gömdüğümde daha da hafifliyor gibi geliyordu hatta. Yavaşça çukurun içine bıraktım. “Geri dönme Muaf,” dedim, “yoruldum artık.” “Seninle ben kader arkadaşıyız Kahor,” dedi çukurun içinden, “sen öldüremiyorsun, ben ölemiyorum, bizden iyi bir ikili görmemiştir tarih.” Yeter, diye düşündüm, yeter. Gömmekle gömülmüyor bazıları. İyice bir kazımak gerekiyor hayattan izlerini. Aynı mezarı tekrar tekrar kapatmaktan mecalim kalmadı. Yerin kabul etmediği insanlardan bahsedilir, öyle iğrenç günahlar işlemişlerdir ki, ruhlarını kabul etmez toprak. Şansa bak ki, en yapışkanlarından biri bana musallat olmuştu. Mezarı kapattım, “Allahaısmarladık,” dedim, “dönüşün olmasın.”

“Gitmedim ki döneyim Kahor,” diye bir fısıltı duydum sadece. Yanımda getirdiğim suyun bir kısmına kafamdan aşağıya döktüm, bu soğukta on kahve etkisindeydi; kalanıyla da kapattığım mezarı suladım, ne olursa olsun, ölülere saygı duymak gerekir.

Lokantaya döndüğümde, “bir buçuk adana gönder Seyit,” diye bağırdım. Cihan yanıma yaklaştı, “nereye gittin abi,” diye sordu. “Muaf,” dedim kısaca. “Yazık oldu ona da harbiden,” dedi, “kaç yıl oldu, altı mı?” “İlki mi,” diye sordum aniden. “Neyin ilki mi abi,” diye sordu Cihan şaşırmış bir sesle, “kaç kere gömdün ki?” Uzun bir sessizlik oldu, benimle dalga mı geçiyordu bu? “Az önce,”dedim, afalladım, ne diyeceğimi kestiremiyordum, “ayağımda hala mezarlığın çamuru duruyor.” Ayakkabımı gösterdim. Cihan’ın yüzü bembeyaz oldu. Diğer elemanlarla toplaşıp fısır fısır konuşmaya başladılar, yavaş yavaş ateşli bir tartışmaya döndü sesleri. Yemeğimi yedikten sonra usulca yanaştılar, “abi, yanlış anlamassan,” diye korkarak sordu Cihan, “şu mezarı bir de biz görsek.”

Mezarı kazdılar, kazdılar… En sonunda birkaç kemik buldular. “Kefen vardı oğlum,” diye çıkıştım, “yanlış yeri mi kazdınız siz?” Sonunda anladım. Yanlış yeri kazan onlar değildi, bendim. “Beni yanlış mezara gömdün Kahor,” diye fısıldadı bir ses içimden, irkildim, “benim mezarım senin kafanın içinde. Ne kadar dirildiğimin de önemi yok, öldüğümün de, ne kadar gömersen göm hep içinde olacağım.”

Elemenlar lokantaya döndüler. Cihan, gördüklerini anlatmak için patronun evine koşmuştur. Ne zamandır yanlış bir hareketimi bekliyordu kendini öne çıkarmak için. Canı sağ olsun. Hepimiz bu yollardan geçtik. Elbette birilerinin omzuna basmaya çalışacaktı. Mezarlığa yakın, tüm şehri rahatça görebileceğiniz güzel bir tepe vardı. Onun zirvesine çıkıp bir sigara yaktım. Şehri izlerken gözlerim doldu. “Şimdi ne olacak Muaf,” diye sordum, “hiç gitmeyecek misin?”

“Kurban cellat, cellat kurban olacak,” dedi içimde yankılanan sesiyle, “sıran geldi.”

Nefesim daraldı. Boğazıma binlerce el bastırıyormuş gibiydi. Dünya üstüme çullanmıştı sanki. Öksürmem böğürmeye, böğürüşlerim boğulmaya döndü, bilincim kapanıyordu.

Bu son değil,” diye fısıldadım, “biliyorsun değil mi?”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: