
Ev, dünyanın en güvenli kelimesiydi, bir zamanlar. Yuvada olmak, yuvaya kaçmak, yuvaya sığınmak… Peki, yuvanın kendisi katile dönüştüğünde, nereye kaçacaksınız?
Tişörtümün karnından aşağısı kandan kıpkırmızı olmuş. Ayaklarımdan birini hissetmiyorum. İlk iki gün başparmağım hafif hafif sızlıyormuş gibi geliyordu, o da yitti. Mandalina kabuklarını hatırlıyorum, televizyondan belli belirsiz bir yarışma programının heyecanlı ama yapay sesi geliyordu, her şey olması gerektiği gibiydi, zaman geçip gidiyordu sessiz sessiz… Sonra durdu. Sallanmaya başladı, önce toprak, sonra ona bağlı her şey, sonra yıkılmaya, sonra çökmeye. Annem çığlık atarak kaçmaya çalışırken dolabın ona hiç yakışmayan bir hevesle koca gövdesini üzerine atışını gördüm. Babamın televizyona kitlemiş gözlerinin artık bambaşka bir şoktan kitlenişini, benim felç olmuş gibi durmamın dünyanın hareketini sakinleştirecek bir şey olmasını içten içe dilediğimi… Fakat toprağın ve evimizin kendi planları vardı. Her şey birbirine girdiğinde insan önce başına ne geleceğini düşünmüyor, çünkü düşünen her hücresi onu kurtarmak için düşünmesini engelliyor, panik halinde beden yaşamaya devam etmek için gerekirse kendini susturmayı bile göze alıyor… İlginç bir tasarım, yararlı, pek humanist değil. Mantığın kendisinin o kadar da mantıklı olmadığı anlar var, tüm dünyanın sizi üzerinden atmak ister gibi sallanması tam da bu kategoride. “Ben kurtulayım da üzerinde dolap olan annem de, kitlenişine hafif renk gelmiş babam da yitip gitsin, dert değil,” demeyi kendine yedirebilen bir tarafı var insanın, insanın hayvan yanı, bedenin istekleri beynin isteklerinden aşağı değildir, bunu unutmayın.
Tahminen beşinci günün içinde olmam gerekiyor. Herhangi bir ışık kaynağının ulaşamadığı bu kırık eşyalar ve moloz yığınlarından oluşan bu sığınağın içinde zamanı bilmek pek mümkün değil. Biraz öteye düşmüş kola şişesi ve yarım kilo mandalinanın hayatta tuttuğu yaralı bir beden olarak, ölü annem ve babamdan şanslıyım, evet, ama yukarıdakilere kıyasla hayatım toz pembe sayılmaz.
Bugünün haftasonu olması gerekiyordu. Sabah uyandığımda ne giyeceğimi düşünmem, biraz kararsızlıkla hafif pembe kazağımı seçmem, sonra olmadığını görüp maviyi üstüme geçirmem lazımdı. Kahor’a biraz kırgın bir mesaj atıp, aslında olayların düşündüğü kadar kötü olmadığını, henüz bitmemiş bir aşkın tastamam cinayetine varmadığımızı, ikimizin bu “ilişkiyi” sütlü bir kahve ile kurtarmaya muktedir olduğumuzu göstermem gerekiyordu. Elbette bunların hiçbiri olmadı. Sanırım sütlü kahve içtiğimiz yer de yerle bir olmuştur. Kahvelerin de yuvalarına güveni kalmadı desenize artık. İnsan nereye kaçabilir, kaçtığı yer yıkılıyorsa habire?
Anneme evlendiklerinde aldığı ve annemin abimden ve elbette benden daha çok sevdiği vazoyu kırdığımda, “valla bir anda oldu baba, ne olduğunu anlayamadım,” diye yalvarıp, dayağın dozunu bari iki nota düşüreyim diye uğraşırken, bu tür nota düşürme hamlelerine doğduğumdan beri abimin de katkısıyla bağışıklık kazanan babam; hem kızını dövmeyen dizini döver, adlı şarkıya giriş mahiyetinde; hem de bari akıllı bir laf edeyim de aptal aptal dövüyorum sanmasın diye: “Her şey bir anda olur benim salak kızım,” demişti, “zamanla olan tek şey büyümektir.”
İnsan gerçekten babası ölmeden ona hak veremiyormuş, bu da bir anda oldu iyi mi. Hoş, insanın babasına ölmeden hak veremediğini de babam söylemişti. Hepi topu on yedi cümle kurmuş bir adama göre bayağı dolu şeyler söylemiş yaşarken. Belki de öldüğü için öyle geliyordur, kim bilir. Bize bırakacağı tek şeyin bu ev olduğunu söylerdi bir de, o konuda yanılmış, hoş, ev bir anlamda üzerime kalmış sayılabilir. Babamdan beni öldürecek bir miras, mirasıyla bile döven bir baba, garip bir kaderci çıkarım var gibi duruyor ama başım döndüğünden tam da çıkaramıyorum.
İkinci gün abimin içeriden cılız cılız gelen çığlığını duyabiliyordum. Telefondan adam öldürdükleri ve zaman zaman birilerinin anneleriyle hemhal oldukları bir oyunu böğüre böğüre oynarken sesini duymamak oldukça zordu. Şimdi pek işitilmiyor. Sanırım oyun bitti, her anlamda.
Kahor’a ne olmuştur acaba? Kurtulmuş mudur, beni arıyor mudur, yoksa kaçıp uzaklaşmış mıdır? Kahor’u sanki hiçbir şey öldüremezmiş gibi gelir bana. Üzerine ev değil dünyanın kendisi yıkılsa, üstünden şöyle bir silkeleyip, “hadi başka bir yıkılışa gidelim, bu pek sarmadı,” deyip kalkacak bir küstahlığı vardı. Saatlerce konuştuktan sonra tek bir lafıyla bütün anlattıklarını anlamsızlaştıracak bir durum yaratır, sonra bıkkın bıkkın yapacaklarından bahsederdi. Onunla olmak, sanki onunla olmak değil de, dünyada Kahor olmayan kimseyle olmamak anlamına gelmekle vaki olurdu. Kimseyle değildiniz, Kahor’la da değildiniz, fakat, nasıl denir, kendinizle de kalamıyordunuz bir türlü. Bu his iki üç yıl götürdü bizi, ne yalan söyleyeyim, belirsizlik hoştu.
Dizime saplanmış tükenmez kalemin de orada olmasının nedeni aslında bu. Son bir mektupla durumu kurtarmak isteyen aşık kızı oynadığım bir gecenin ortasında vurdu zelzele. Yazacağım şeyler yarım kaldı, ev yarım kaldı, kim bilir, kahveler bile yarım kalmıştır belki.
“Sevgili Kahor,” yazacaktım, “seni sevmek öyle bir yük ki, sanki dünyam sürekli başıma yıkılıp duruyor,” ha ha, ironik, “seninle bir yuva kurmayı bırak, bir yuva hayalini bile ben dahil tüm insanlığa haram ettiğini çok iyi biliyorum, yine de seninle bir sokağın başında ayrılmadan önce üç saniye bakıştığımız o buluşmaları hevesle bekliyorum her seferinde. Senin aşkına da sevgine de lanet olsun, yine de benimle kal lütfen. Seni çok seven, Metis.”
“Yıkılıp duruyor,” oldukça manidar bir yerinde kalmışım mektubumun. Yıkıldı ve durdu üstümde ev. Ki ev, eskiden dünyanın en güvenli yeri gibi gelirdi. Yuvaya kaçmak, yuvada olmak, yuvaya sığınmak… Peki, yuvanın kendisi katile dönüştüğünde, nereye kaçacaksınız?
Bir Cevap Yazın