
Uçuş hep avcıya doğru.
Zamanımın çoğunu film izleyerek geçirirdim. Birbirini seven, öldüren, yaralayan, acıtan… Birbirlerinden başka kimsesi olmayan hayali arkadaşlar edinirdim. Sınırlı bir süre ve sınırlı bir konu içinde, sınırlı bir ekranda geçip giden ömürleri izlerken, kendiminkinin de geçtiğini duyumsamaz, önemsemezdim. “Arkası yarın,” diyerek sizi merakta bırakan dizilerden nefret ederdim. Bir şey başlamalı ve bitmeliydi, tıpkı hayatın kendisi gibi.
Ara sıra telefonla konuşmak zorunda kalmasaydım, bütün günümü ekrana bakarak geçirebilirdim. Üç öğün yemeğim önüme gelip gidiyordu, ihtiyaçlarımı hep başkaları -genelde annem- karşılıyordu, koltuktan kalkamamakla kutsanmış ve lanetlenmiştim. Yürümek denen şey, bana bir hayli yabancıydı. Doğuştan iki bacağım da eksikti, yine de gözlerimle çoğundan daha çok yer gezmiş, daha çok insan tanımış, daha çok yaşam yaşamıştım. Geri kalmış gibi hissetmiyordum, hatta biraz koşmuş gibi bir halim vardı, herkesten çok ölmüş, herkesten çok dirilmiştim, yaşama binlerce yaşam daha sığdırmanın yolunu bulmuştum. İnsan olur olmaz kederleniyordu, böyle bir zenginliğin ortasında herkesin bana acıyarak bakması… Katlanılmaz değil de, nasıl desem, ezikçe bir yanı vardı. Sanki perişan hissetsem daha mutlu olurlarmış gibi geliyordu. İnsanlar acizliğin son kertede kutsanmışlık olduğunu anlamıyorlardı, bıyık altından gülüp, yüzüme ağlak ağlak bakarlardı. İki yüzlü şeytanlarla düşük ayak oyunları oynamaktansa, filmlere boğulmayı seçtim. Çukurumu böyle doldurdum, tepemden de memnundum, yalansız bir hayat yaşıyordum. Yalan olan yegane kısım, ekranda olup bitenlerdi, çıt çıkarmıyordum. Hoş, çıkarsam da çok takan olmazdı, insanlar kendinden düşük gördüklerini bir başka dinlerler, duyar gibi değil de, bir tür kötü şarkı gibi… Bitsin de gitsin tavrıyla.
Hiç kanatlarınız olmadığı için üzüldünüz mü? “Tüh ya, şu kuşlara da bak ne güzel uçuyorlar, neden uçamıyorum rabbim,” diye yukarıya bakıp ağladınız mı? Ben de yürüyemediğim için üzülmüyordum basitçe. Ha, elbette bazı zamanlar, “normal olmak” denen o narsist hükümranlığa kanıp, “keşke yürüyebilseydim anne,” diyerek ani çıkışlar yaptığım olmuştu. Fakat benim normalim de buydu. İnsan nasıl denizde ancak belli bir zaman yüzebiliyor, geri kalanında bir çırpınıştan öteye gitmeyen hayatta kalmaya çalışmalara mahkum oluyorsa, benim için de yürümek bir tür uzak dünya düşüydü. Bunu anlıyordum, bunu anlayabilmemi anlayamıyorlardı.
Tam arkamda bir pencere vardı. Ara sıra onu açıp içeriye dolan havayı kokladığım olurdu. Bacaklarım olmadığı için ufacık bir şeydim. Yakışıklı prens hayalleri olmayan ufacık -fakat yaş olarak prensin asla kabul etmeyeceği- yıllarıma gelmiştim. Bazen pencereden hafifçe sarkarak, aşağıdaki kafenin dışarıya attığı masalara oturan insanları izlerdim. Nasıl da huzurlu huzurlu sanki hayatları bir bütünmüşçesine kahvelerini içerlerdi… İnsan sadece ayakları olduğu için ne kadar ayrıcalıklı olduğunu bilse, bir gününü bile oturarak geçirir miydi acaba? Görülecek onca şey, gezilecek onca yer vardı. Hepsinin nasıl göründüğünü biliyordum. Nasıl koktuklarını ya da tatlarının nasıl olduğunu elbette merak ediyordum. Fakat kaç insan, bir şeyin sırf tadını merak ettiği için, uzun ve anlaşılmaz yolculuklara girer ki? Dışarıya açılan pencerem, dünyalara açılan ekranım ve üç öğün yemeğimle… Bütün hissediyordum, ta ki parçalanana kadar; ekranımdan değil, penceremden sızan bir düşmanın sesiyle.
“Burada otururken bile kendimi burada gibi hissetmiyorum,” diye bir ses duydum aşağıdaki kafeden. Öyle bir ses ki içinizden geçip gidiyor, sizi daha önce hiçbir sesi duymamışsınız gibi sarıp sarmalıyordu. Orada otururken bile orada değildi, ismi Marduk’tu. İnsanlara yardım eden bir derneğin gönüllülerinden biriydi. Rahat ettiği her anı, başka bir insanın zorluklara boğuşurken ona yardım edemediği eziyet dolu bir an olarak görüyordu. Dünya kötü bir yer, o iyi bir insandı, bu yüzden iyi hissedebilmesi için, dünyanın da iyi bir yere dönüşmesi gerekiyordu. Annesiyle yaşıyordu, onu bırakamadığı için, derneğin onu yolladığı uzun görevlere gidemiyordu. İçine dert olmuştu, annesi ile dünyadaki acı çeken binler arasında bir seçim yapması gerekmişti, işin sonunda annesi kazanmıştı, binlere üstün gelmişti.
Günlerce ve günlerce sesini dinledim. İnsanlığa borçlu gibi hisseden fakat alacaklı olduğu çok belli o güzel Marduk’un sesi kulaklarımdan gitmiyordu. Filmlere odaklanamıyordum, artık ekranım o kadar da ilginç gelmiyordu. Kendimi iyi hissedemiyordum, üç öğün yemeğimde eksik bir şeyler vardı, iştahım kapanmıştı. Olur olmaz camdan sarkarken yakalanıyordum. Annem endişelenmeye başlamıştı, sanırım yakında cam açılmasın diye kilit gibi bir şey yaptıracaklardı. Yaşama bağlanma nedenimi, onu bitirme meylim sanıyorlardı, insanlar yine çok önemli şeyleri yanlış anlıyorlardı. Ben dünyaya açılan penceremden memnundum, onu kapatırlarsa, bir daha sesini duyamazsam… Korkuyordum.
Korktukça daha az yemeye ve daha az konuşmaya başladım. Bütün bunlar anneme kararının ne kadar isabetli olduğunu gösterdi sadece. Camdan sarkarken yakalıyor, “kızım sana bir şey olacak diye korkuyorum,” deyip ağlamaya başlıyordu. Onu teselli etmeye çalışıyor, fakat başaramıyordum. Bütün filmler aynı şeyi söylüyordu, bütün hayali arkadaşlarım hemfikirdi, annem de b,r türlü anlamıyordu ama… Aşık olmuştum. O cam benim tek duyumdu, o kapanırsa, ölsem de olurdu.
Günlerce tartıştık, yine de ikna olmadı. İşin sonunda, “yarın adamlar gelip oraya sarkamayacağın bir cam takacaklar,” dedi. Sabah saatlerinde, her zaman olduğu gibi, MArduk ve arkadaşları tam pencerenin altındaki masada oturup konuşmaya başladılar. Sevdiğim insanın yanına yürüyerek gidemiyordum. Fakat yerçekimi yardım ederdi elbet, bir an olsun aynı yerde olmamıza, eğer biraz daha bekleyecek olsaydm, ekrana hapis bir yaşam sürecektim. Camdan biraz daha sarktım. Rüzgar güzeldi, kendimi yukarı çektikçe daha da artıyor gibi bir hali vardı. Düşüşün de uçuşa benzer yanları var, hem yürümek de bir tür havada süzülmek. Biraz daha zorlayınca, hayatımda ilk kez odamdan ayrıldım, fakat kapıdan çıkmadım. Hiç unutmadığım bir repliği fısıldayarak atladım:
Uçuş hep avcıya doğru.
Bir Cevap Yazın