
Az gidilen yoldan gitmek için yolu bir hayli uzattım, fakat az gidilen yoldan gittim, yaşamımın öyküsü bundan ötürü değişti.
Köpekler yağmurlu havalarda oldukça ürkek yürüyorlar. Balkondan onları izlerken onlara acıyor muyum yoksa imreniyor muyum, kestiremiyorum. Evde ağır bir yaşanmışlık kokusu var. Her sabah kalktığımda ciğerlerime çektiğim bu hava, hem kendine bağlıyor, hem kendinden uzaklaştırıyor. Keskin tatlar ve anılar gibi, ne zaman uğrasam, önce güzel geliyorlar fakat temkini elden bıraktıktan sonra içini acıtan bir ekşilikten öte hiçbir anlama varmıyorlar. Doyamıyorsun da, olsa olsa bir tür doyumun eprimiş bir kalıntısını duyumsuyorsun. Yine de içimden bir, “günaydın” patlatıp, köpekleri izlemeye çayımı içerek devam ettim. Yaşam akıyor, hem de en istemediğimiz hızlılıklarda; koşsun isterken yavaş, dursun isterken aceleci.
Yağmur iyice dindikten sonra köpekler de normal yürüyüş ve yaşayış hızlarına döndüler. Saat hayli geç oldu. Ev içinden çıkmam için neredeyse kızar bir tonda gerinmeye başladı. Bu dört tarafı duvarlarla çevrili beton varlık, insanı kabile yaşamından kurtardı; fakat içindeyken öyle boğucu ve buyurgan bir tonda bunaltıyor ki, insan illa ki bir noktada taşla taş yontan atalarından beri içini ferahlatmak için başvurduğu ilkel adetlere dönmek istiyor: Evden çıkıp bir hava almak, deniyor buna, biraz gezeyim de modum değişsin. Ormanda ağaçlar arasında sağa sola ürkek ürkek bakan atalarımızdan tek farkımız, ürkek ürkek binalara bakmamız belki. Sokaklar da ormanlar kadar korkutabilir, daha az tehlikeli değiller, hatta daha saldırgan bile göründükleri söylenebilir.
Bir yaşam hepi topu üç şekilde yaşanabilir: Bir, miras alındığı üzere. Nasıl öğretildiyse öyle. Babasından sigara içmeyi, amcasından adam dövmeyi, annesinden büyük hayallerin küçük nakışlar arasında boğulabileceğini öğrenen bir insan… Gördüğü üzere yaşayabilir. İki, nasıl öğretildiyse tam tersi istikamete koşarak. Şartları ve koşulları inatla kabul etmeyerek, yaşamla bir tür inatçı güreş tutuşarak da yaşanabilir. Babasının şoförlüğüne kızıp her yere yürüyerek gitmeye karar veren de, annesinin öğretmenliğinden bunalıp tüm kamu kurum ve kuruluşlarına hurra bir savaş açan da aynı yoldan yürür… Ben sizin gibi olmayacağım, demenin fiyakalı bir yolu izleniyor sanılır. İlginç olan, bu yol ilkinden daha kalabalık ve daha tehlikelidir. Kitleler kendilerini bulmak için başkalarının tersi yönde kıble almayı marifet sayarlar. Aynı yöne doğru giden kalabalık bir “farklılar” ordusu olduklarını körlüklerinden fark edemezler. Dünya, kendini özel sayan normallerle dolu, bu yüzden kendini normal sayanların, özel sayanlardan daha özel oldukları su götürmez bir gerçek. Yaşam kendi ironisini ince ince işliyor.
Üçüncüsü ve sonuncusu, az gidilen yoldan emin bir şekilde yürünerek. Bu, ikinciyle kolayca karıştırılabilecek bir tercihtir, fakat o kadar az kişi bu yoldan gider ki, diğerlerinin fikirleri cılız sinek vızıltılarından öte bir anlama gelmez. Her taşı her çiçeği sorgulaya sorgulaya, yaşamı an an inceleye inceleye yaşamayı gerektirir bu yol. Hem meşekkatli, hem ödülsüz, hem de yapayalnız bir yoldur bu. Kendini tekrar ve tekrar doğurmak, doğumun sancısını iliklerine kadar hissederek acısıyla yüzleşmek ve sonunda belki de elinde kalan tek şeyin biricik kendiliğin olduğunu fark ettiğinde, pişmalıktan öte bir pişmanlığa gebe garip bir boğuşmaya benzer. İnsan kendiyle güreşir ve kendini yener. Kimi filozofların, “kendini aşmak” dediği şey; bir nevi kendini dövmektir aslında, elbette sonrasında kendi yaralarını sarmak zorunda kalmak da cabası. Uzağı görmek, kimsenin bilmediği tariflere denk gelmek; harb etmek ve harbe karışmak; kendi kendinin hem düşmanı hem dostu olmak; ayakların nereye gideceğini bilemeden habire bir tökezlemede olması; yol olmadığından her adımın bir seçim olması ve belki de sonunda hiçbir yere varamamak… Üçüncü yol oldukça az tercih edilir, niye oradan gidildiği de bilinmez, giden de neden gittiğini ancak gittikten sonra kavrayabilir.
Çağımız hastalıkların ve korkuların çağıdır. Çağrısı da oldukça belirsizdir. Kim olmak istiyorsak o olamayacağımızı kulağımıza bağırıp çağıran vaizlerin çığlıkları arasında hayatımızın gayesini arayıp bulmak için çırpınan yağmur gezgini ürkek köpeklere benziyoruz. Sığınaklarımız ve günlük yemeklerimiz oldukça kötü ve sınırlı. Bir gün rahat olabileceğimiz masalına inanmaya çalışsak da en başta aklımız bunun hiç de mümkün olmayacağını fısıldıyor. Mutluluklarımız olanca akışkanlıklarıyla ellerimizden kayıp giderken bir nefes olsun içimize çekmek için nice ateşli bedeller ödüyoruz, mutsuzluklar ve kaygılar dövmeler gibi derimizde bir hayat boyu bizimle ilerliyorlar; dünyayı pek de sevmiyoruz, fakat başka şansımız da yok, ne oluyorsa illa ki buralarda bir yerlerde olup bitiyor.
Sokaktaki insanların yüzlerinde hoşnutsuzluk ve keder okunuyor. Bitmeyen bir tür geçim sıkıntısı mengenesinde, bir oraya bir buraya savruluyorlar. İnsan illa ki ekmeğini kazanacak bir yol bulmak ister, elbette… Bu uğurda neleri kaybettiğini bilmemesi daha isabetli olur, en azından ruh sağlığı açısından. Topluluk insana verdiği şeyleri fahiş bir faizle geri alır, ödetirken de bunun “medeni bir bedel” olduğunu bıyık altından gülerek fısıldar, oysa insan bedel ödemek için değil yaşamak için doğar. Toplum yaşamı imkansızlaştırırken hayatta kalmayı kutsallaşırır, böylece atalarımızdan daha teknolojik bir şekilde, yine de perdeleri kaldırdığımızda aynı debelenişin içinde sürünürken buluruz kendimizi: Ormanda yaşamak için ya öldürmek ya ölmek gerekir, hayat basit ve tatlı bir elim sende oyunu değildir, kanaya kanaya ve güreşe güreşe elde edilmiş küçük nefes alış anlarında ibaret bitmez bir savaşın sürekli tekrar edilişidir. Oyun kendi kurallarını dayatır, dayanamayanlar da illa bir noktada sahneden atılır. Zaman da sessiz sessiz mezarlarını kazmaya devam eder. Bunu o kadar uzun zamandır yapıyor ki, kimse artık zamanın bu “mezarcı” işlevi üzerine düşünmüyor bile. Zamanın katil oluşu artık basit bir “her canlı ölümü tadacaktır” kisvesinde eritilip paketlendi. İnsanlar ölüme karşı değil, onunla beraber, hatta onun dostu olarak yaşamaya alıştılar. Ölüm orada ya da burada ortaya çıktığında kimse şaşırmıyor artık, kalabalıktan bir sayı eksilmiş oluyor, bir insan yitmiş gibi hissedemiyoruz. Ölüm bile artık uyandıramıyor.
Yine de yağmur dindikten sonra ışık perdenin kıvrımlarının içinden yüzümüze vurup duruyor. Köpekler ürkek ürkek yürüyor ve zaman -ah o katil uyku- geçmeye devam ediyor. Dünya o kadar ilginç ve göz alıcı ki, bütün derdine rağmen herkes içinde kalmak için neyi var neyi yok ortaya koyar. Kumar masasında eli kötü gelmiş, son parasını da ortaya koymuş bir insanın oyun kadar zamanı olduğunu bilmesi gibi, kötü bir yaşamla mükafatlandırılmış insanın da elindeki zaman bitene kadar hırsla yaşamaya devam etmesi gayet doğaldır. Güneş herkes için bir başka parlar ve yağmur herkesi bir başka ıslatır. Sizin manzara dediğiniz kimileri için çirkinlik olabilir. Herkesin cennetindeki ırmağı bir başka renkte akar. Nimetler bölüşülürken adil olunmamıştır, tartı bozuktur. Fakat, ne kadar debelenirsek debelenelim, yaralanmak dahi işin sonunda bir şey olması münasebetiyle yaşamın içinde güzel bir deneyimdir. Acının da hakları var ve elbette her duyum kadar acı da insana dair, bu yüzden yaşamın içinde somurtmanın, ölüp gülümsemekten daha yeğ olduğu herkese kabildir.
Bir balkondan ürkek köpekleri izlemek de kendi başına bir ödüldür, az gidilen yoldan yürümek de. O yüzden okkalı bir “günaydın” patlatıp, zamanla güreşmeye devam, sırt yere gelinceye dek.
Bir Cevap Yazın