Elli Dördüncü Bab: Maytap

İyi ki doğdun, mutlu yıllar sana…

Bu dağın ortasında yukarı doğru yürürken içimden klasik bir doğum günü şarkısı mırıldanıyordum. Manzaranın göz alıcı bir yanı vardı; yemyeşil orman, arasından akan bir nehir, masmavi gök. Sanki bir ilkokul öğrencisi tarafından pastel boyayla çizilmiş bir doğanın cana gelmiş haliydi. Bir ayağımı diğerinin önüne temkinli temkinli atarken, içimden bugün bir doğum günü kutlanacağını tekrarlayıp duruyordum. Dünya, ne güzeldi, kendine rağmen ve kendiyle beraber.

Ben de diğer insanlar gibiydim aslında. Çocukluğumda ben de babamın sivri bakışları ve annemin merhametli sözleri arasında belirli bir seviyede geliştirdiğim nevrozu çocuğum sanıp yaş aldıkça büyütmüştüm. Dünyanın işlerine akıl sır ermeyeceğini düşündüğüm zamanlarla, her şeyin ne kadar da basit ve cevaplanabileceğini düşündüğüm zamanlar olmuştu. İşlerde çalışmış, şehirlerde gezmiş, sokaklarda taşkınlık yapmış… Kısaca bir yaşam yaşamıştım. Zaman akıp giderken ömrün bir tür kumbara değil, cüzdan olduğunu anlamıştım: Bir şeyler birikmiyordu, aksine sürekli azalıyordu, azaldıkça da insan garip bir gerginliğin içinde kalanı değerlendirmeye çalışıyordu, çokken değeri bilinmiyordu.

İşlek bir caddenin ortasında dededen kalma bir dükkanı birkaç kez farklı işler için dizayn edip en sonunda pastacılıkta karar kılmıştık. Eğlenceli bir işti. Müşteriler çoğunlukla mutlu insanlardı, bir şeyler kutlanıyor, pasta da işin içinde bir öge olarak yerini alıyordu. Mumlar ve süsler, küçük bir kuyruklu yıldız gibi ucundan yanmaya başlayıp parlaya parlaya sönen upuzun kibrit benzeri gri maytaplar. Pastadan bir evrenin ateş topları gibi görenlere inanılmaz zevk veriyorlardı, beni buraya getiren tam da bu oldu.

Ara sıra dükkanda fazla kalan maytaplardan çalıp, arkadaki küçük otoparkta gözden uzak bir yerde yakardım. Maytapların o öngörülemez doğasında beni çeken bir şey vardı. Bir yanış başlıyor ve sonuna varmadan bitemiyordu. Durdurulamaz bir güç gibiydi, izlemesi çok zevkliydi, gözümü istesem de alamıyordum, sanki aşık olmuştum. Fakat izledikçe küçülüyorlar, ne kadar çalarsam çalayım yeterli büyüklüğe ve sayıya ulaşamıyorlar, canımı sıkıyorlardı. Bir şeyler eksikti, bir şeyler bir türlü tam olmuyordu, sanki içimde bir fitil yanmıştı, bu histen kurtulamıyordum.

Rüyamda maytaptan bir dağın üzerinde pastadan bir dünyanın içindeydim. Pasta koca bir masanın üzerindeydi. Masa evrene benziyor, pasta hem masanın üzerinde düz duruyor, hem de bir gezegen gibi savruluyordu. Sonra Mars kadar bir çakmağın üzerinde durduğum maytapa doğru yaklaştığını gördüm. Koca bir el çakmağı tutuyordu. Çakmaktaşını döndürüp ateşi yaktığı sırada hafiften bir şarkı duyar gibi oldum, “mutlu yıllar sana…” etrafıma baktığımda dik dağlar boyunda mumlar ve koca elin bağlı olduğu koca vücut kadar insanlar gördüm. Ayaklarımın altındaki pastaya baktığımda bunun aslında dünya olduğunu fark ettim. Tanrı’nın doğum günü kutlanıyordu. Maytapla beraber yanacaktım. Ateş iyice yaklaştı.

Ter içinde uyandım. Ateş gerçekten yaklaşmış gibi sırılsıklam olmuştum. Kalkıp saate baktığımda tam on ikiydi. Günü aklıma kaydettim. Seneye bir daha kutlanması gereken, insanın başına bir kere gelen haberci rüyalardan biri olduğunu anladım. İçim hem ısınıyor hem donuyordu, maytaptan bir vahiy bana gönderilmişti, seneye bu doğum gününü ben kutlayacaktım.

Bir yıl geçti, şehrin yanındaki dağı izleyip durdum bütün sene. Tam zirvesinde, herkesin “Kabran’ın Kalbi” dediği ulu bir ağaç vardı, “Tuba Ana”. Zirvede yalnız başına, göğe meydan okur gibi öylece durduğu söyleniyordu. Ülkenin en önemli efsanelerinden biri olan Marduk’un bu ağacın kovuğundan doğduğuna inanılıyordu. Fakat zaman gelmişti. Yanıma bir bidon benzin ve bir çakmak alıp, dağa çıkmaya başladım. Elimdeki çakmak rüyamda gördüğümün tıpatıp aynısıydı.

Zirveye geldiğimde ağacın öyle yalnız başına, dünyaya dikilmiş bir mum gibi durduğunu gördüm. Manzarayı izleyip, rüyamdaki görüntüye ne kadar da benzediğini fark ettim. Benzini ağacın orasına burasına boca ettikten sonra, çakmağı ağaca doğru fırlattım. Dünya pastasında ağaçtan bir mum yakmıştım, Tanrı’nın her yaşı birdi, hep bir yaşında olurdu.

“Mutlu yıllar sana…” diye fısıldadım. Rüzgar, yani nefes, elbet bu mumu söndürecekti. Görevimi yapmıştım. 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: