Elli Beşinci Bab: Miting

En başında kimse anlamadı, bittiğinde anlamayan tek kişi kalmamıştı.

Elimde mikrofon, spot ışıklarının altında, önümde binlerce kişilik bir kalabalık varken, “Sevgili kardeşlerim,” diye bağırdım, “daha ne kadar katlanacaksınız buna! Oğullarınızı savaşlarda öldürsün, kızlarınızı savaşçılara cariye yapsın, ürettiklerinizi yan gelip yatanlara yedirsin diye; ellerinizi, ayaklarınızı hatta düşüncelerinizi bağışladığınız bu insanlar sizin düşmanlarınızdır!” Nefes nefeseydim. Boncuk boncuk terlemiştim. Önümdeki binlerce insanı tek bir insan, binlerce bakışı tek bir bakış gibi düşünüyordum. Önümdeki ekranda söylemem gerekenler yazıyordu. Bana kalan sadece onları bağırarak okumak ve mümkünse biraz duygu katmaktı. Kim yazıyordu bunları Allah aşkına? Bunlar benim kardeşlerim değillerdi, olsa olsa destekçilerim ya da düşmanlarımdı. Bu insanlar, diye bahsettiklerimse her cumartesi oturup kahve içtiğim arkadaşlarımdı. Söylemem gereken kelimeleri yazansa maaşlı bir çalışandı. Kelimeler akmaya devam ediyordu. Bağırarak okumaya devam ettim: “Zamanın geçerken nasıl ki gerçekleri ortaya çıkarmak gibi bir huyu varsa, bu insanların da pisliklerinin zamanla ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. En son yaptıkları icraatte de görebileceğiniz gibi on kuruşluk şeyi yirmi beş kuruşa satarak sizi soymuşlardır!” Ne kadar soyduklarını tam olarak biliyordum, çünkü yüzde yirmi beşini ben alıyordum. Dudağım istemsizce yukarı kıvrıldı, gülecek gibi oldum, “Anlayacağınız, kara bir tiyatro oynanıyor üzerinizde,” gülümsememi haklılaştıracak bir ifadeydi, sevdim, “bu memleket bizim!” En azından bu kısmı doğruydu, bu memleket bizimdi, bizi dinleyen kitlelerin ancak evi arabası olurdu. Memleket bize tapuluydu, topluma vergi denen bir kira ödetiliyordu. 

Siyasetin oyunlu bir tarafı var. Konuşanların dinleyenleri önemsediği yanılgısı devletin sürmesini sağlar. En küçük iş yerinde bile işçiler patronun onları ancak işe yaradıkları kadar önemsediklerini bilir, fakat konu bir ülke olunca, işçi olduklarını unutur, vatandaşlık denen uydurma bir hayal içinde sanki onlar için mücadele ediliyormuş gibi düşünürler, oysa herkes kendi kovasını doldurup kaçma peşindedir. Evet, oyun bittiğinde şah da piyon da aynı kutuya konur, doğru, fakat oyuncular kutunun içi neye benziyor bilmez bile. Kutunun içi taşların meselesidir, oyuncuların işi onları hareket ettirmek, birbirlerini yemelerini sağlamaktır, siyaset basitçe buna yarar.

İnsanları kendi hallerine bırakırsak, birbirlerini öldüreceklerini, mallarını çalacaklarını, toplumun kaosa sürükleneceğini düşündürmek, bizim gibilerin işine gelir. “Devlet olmasa ne yapardık,” diye soran ancak güdüldüğünde mutlu olan koyunlardır. “Yaşardınız,” diye cevap verilebilir bu soruya, “devlet sonradan bulunmuş bir kurumdan ibarettir.” Uydurulmuş bir topluluk hikayesine inandırılmış insanlara da millet denir. Bu kadar insanın işi gücü yok mu, diye düşündüm istemsizce, onlara ne söyleyeceğimi sanıyorlar ki. 

“Eğer bizi seçerseniz, size başka bir hayatı vaat ediyorum!” Bu, farklı bir hikaye uyduracağım, demektir. “Özgür olacaksınız,” özgür olan kişiler değişecek, “Hakkınızı alacaksınız,” kaynakların başındakileri değiştireceğim, “İnsanca yaşayacaksınız,” elbette benim ideolojime göre, “Eşitlik gelecek,” fakat kimin daha “eşit” olacağına biz karar vereceğiz, “Aç kalmayacaksınız!” Bu külliyen yalandı, insan hep açtır, aptallar bile bilir bunu. Bir açlığı doyurulduğunda bir başka açlık bulması an bile sürmez. Bu konuda o kadar çok kitap yazılmıştır ki, iktisat diye bir bilim bile vardır. Sınırsız insan ihtiyacının, sınırlı kaynaklarla tanzimi. Kimse size cenneti veremez, iyi düşünün, kimse cenneti alamaz demiyorum. Kimse elindeki cenneti öylesine size vermez.

Benim burada işim ne, diye düşündüm. Oyun oynuyordum. Çocukluğumdan beri insanların düşünceler için birbirini öldürdüğünü, dövdüğünü, çatıştığını… Ekmeği fethetmeye çalıştığını görmüştüm. Fakat Kropotkin bile bir noktada yanılmıştır, ekmek fethedilmez ki, eline alabilen yer, gerisi aç kalır. 

“Bana güvenin,” diye bağırdım, “sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım!” Elbette kurduğunuz hayaller benim kurduğum hayallerse. Binlerce kişi alkışlamaya başladı. Ses üzerimden su gibi akıyor, damarlarımı temizliyordu sanki, en mütevazini bile deli ederdi bu güç. Öyle bir his yaratıyordu ki, o an “öl” desem, sanki binlerce cesetle dolacaktı alan. Oysa insanlar da ancak işlerine gelen lafları dinliyorlardı. Birbirimizi eğliyorduk ısrarla. Yalan olduğu açıktı.

Akan kelimeler bitti. Yorulmuştum. Üzerimden tır geçmiş gibi hissediyordum. Oysa yirmi dakika bile geçmemişti. Gözlerimde öyle bir bakış vardı ki; kin, nefret, hırs, sevgi, yalan, hakikat, günah, sevap… Kim ne isterse onu görürdü. Miting başlarken onlar gibi biriydim, sadece üzerimdeki takım aşırı pahalı olduğundan, kulaklarına bir bilet almış garip bir yabancıydım. Oysa şimdi, anlamışlardı, başında çocukça ve masumca teslim ettikleri iradeleri ellerimdeydi, onunla ne istersem onu yapacaktım. Binlerce göze, binlerce insana baktım, artık onlardan biri değildim. 

Mikrofonun üzerindeki küçük çentiği aşağı çekerek kapattım. Sahnenin arka tarafına doğru yürüdüm. Orada beni bekleyen yardımcılardan birine, “Sonunda bitti,” dedim, “zafer bizim.”

Oysa hiçbir şey kazanmış gibi hissetmiyordum. Çoban değişti diye sürü akıllanmazdı, çayır da değişmezdi.

Sopayı tutan el değişirdi, o kadar. 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: