
Kızıl kıpkızıl bir gerdanlık gibi boyumdan sarkıyordu sinir, yakıcı bir sır gibi çiğdi, ondan kurtulmam gerekiyordu.
Paralarımı saydığımda hepsinin yerinde olduğunu gördüm, ferah bir nefes aldım. Üç gün önce de saymıştım, fakat yine de, tedbir sünnettir. Genç bir kızken nasıl da heyecanlı, nasıl da hayat dolu olduğumu anımsadım birden. Herkes gibi hayallerim vardı ve herkes gibi ben de onların sonsuzca gerçekleşeceğine emindim. Dünya düşmanım değil, yardımcımdı. Attığım tüm adımlar beni kurduğum o mükemmel masal alemine götürecek, mutlu bir yuvam olacak, kalabalık aile yemeklerinde “ne günlerdi be,” diye anlatacağımız yüzlerce anı olacak, herkes gülmekten yorulacaktı. Sonra masanın baş köşesine oturmuş bana dönüp, “Metis Hanım,” diyeceklerdi, “ne kadar da dolu dolu bir hayat yaşamışsınız, özeniyoruz vallahi.” İçten içe özendiklerini zaten biliyor olacaktım, fakat onları çok sevdiğim için mütevazi bir sırıtışla, “eh, sayenizde,” diyecektim. Tüm isteklerim gerçekleşmiş, tüm arzularım doyurulmuş, tüm kaygılarım giderilmiş… Kısacası bir yaşamı hakkıyla yaşamış olacaktım, buna o kadar inanıyordum ki.
Öyle olmadı elbette. Hep bir şeyler eksikti, fazla olan şeylerse ısrarla yanlıştı. Arada bir noktada evlendiğimi hatırlıyorum. Her evlilik gibi yaşamın kendisine benzemekte ısrarcıydı; önce hayaller, sonra kırıklıkları. Önce çok küçük şeylerden büyük mutluluklar bulunabiliyordu. Yenilen bir yemek sadece beraber beslenmek anlamına gelse de değerliydi, ne olduğunun pek bir önemi yoktu. Beraber oturulan bir koltuk, sertliği ya da yumuşaklığının önemi olmadan, bizi birleştiren bir arkadaşmış gibi sahiplenilebiliyordu. Evim, demem gereken yer, rutubetli yıkık müstakil bir kafes gibiydi. Yine de bizi dünyadan saklıyor, ona bile güzel bir saraymış muamelesi yapılabiliyordu. İnsan iyiliğe çabuk alışır, kötülüğü ise durmadan biriktirir. Gün geçtikçe yemeklerin beslenmek için değil, mükemmel bir şekilde tadılmak için olduğu anlaşıldı, eften püften burun kıvırmalar başladı. Tuz eksikti mesela ya da fazlaydı. Mesele çoğu zaman tuzun kendisi bile olmuyordu. İnsan elinin altındakilere önce lütufmuş gibi, sonra lanetmiş gibi davranır. İnsanlar inanılmaz çabuk sıkılır ve soğurlar. Çok küçük şeylerin sorun olabildiği camdan bir evrende yaşıyor gibi hissettim kendimi sonra, adımlarımı daha dikkatli atmaya başladım, fakat yürümek artık zevk vermez olmuştu. Kavga etmekten yoruldum, kavga etmekten yıldım, en sonunda da kavga etmeyi öğrendim. Sürekli dayak yiyecek halim yoktu elbette.
Sonra çocuklarım oldu. Önce lütuf, sonra lanet. En başında inanamadım, sonundaysa inanmak istemedim benden doğduklarına. Küçük elleri ve ayaklarıyla mucize gibi gelen o canımdan parçalar, zamanlar koca koca belalar oldular. Ev dar gelmeye başladı. Her adımımı ölçerek atmak yordu. Dışarıda bir şeyler yapmam gerekiyordu. Çocuklar gün geçtikçe büyüyor, büyüdükçe de asileşiyorlardı. Böyle zamanlarda babamı çok özlerdim, ben ona hiç asilik etmezdim. Hoş, belki de ben öyle hatırlıyordum. Doğrulayacak kimse olmadığında insan anıları işine geldiği gibi hatırlamaya sonsuzca muktedir olur. Tam da öyle günlerden birinde, küçük bir kolye gibi, kıpkızıl sinirimle tanıştım. Camdan evrende artık ben de adım seslerini duyan biri olmuştum, beni değiştirmişlerdi, kazanmışlardı fakat bir noktada kaybetmişlerdi. Artık düşmanları değil, dostlarıydım. Ben de tuza laf ediyordum, ben de küçük şeyleri büyük meselelere koşturuyordum. Ben de onlar gibiydim, oysa onlar gibi olmamak içindi bütün çabam, yenilmiştim.
Çalışmaya başladım, biraz zorla biraz evden çıkacak bir meşgale olsun da, toprağa basabileyim diye. Kazandım. Önce lütuf, sonra lanet. Kazandıkça kazanmaya alıştım, kaybetmeyi unuttum, kaybettiğim zamanlara da bir sünger çektim. Sonra kaybedenlere kızmaya başladım, gözümde böcek kadar değerleri yoktu. Bir zamanlar herkesi anlardım, şimdi kendimi bile anlayamadığımı fark ettim, oysa hiç böyle hayal etmemiştim.
“Sevgili anneciğim,” mektup böyle başlıyordu, “bir zamanlar hayattaki tek dayanağım sensin, derdiniz. Defterlerinizde adımı büyük harflerle yazar, beni sanki hayatta sizi anlayan tek kişi gibi anlatırdınız. Kızınız olmak ne de güzeldi. Size özenir, tüm adımlarımı sizin adımlarınızın ardından atmaya özen gösterirdim. Zamanla hayatın doğasından mı, hastalığınızdan mı, kısılıp kalmanızdan mı… Artık neden bilmem, Bana sanki bütün emellerinizi engelleyen küçük, çirkin bir canavarmışım gibi davranmaya başladınız. Sizin adımlarınızı takip etmem zorlaştı, yalpalamaya başladım. Her yalpaladığımda da kızdınız, her tökezlediğimde bir de siz sarstınız yeterince sarsılmamışım gibi. Saçlarımı çektiğiniz bir gün vardı, hatırlıyor musunuz? Saçımı kısacık kestirmeye tam da öyle bir zamanda karar verdim işte. Beni pek anlamadınız, belki de anlamanıza rağmen öyle davrandınız. Yoksa kim çocuğunun mutsuzluğunu ister? Sizi de saçlarımı da çok severdim. Ya saçlarımdan vazgeçecektim ya sizden. Öyle bir an geldi ki, hem saçlarımdan hem sizden vazgeçtim. Şimdi bunları yazarken bir dağ evinde, önümde kendi çocuklarımı görebildiğim bir verandadayım. Sizin böyle bir ev hayal edip, hiç edinemediğiniz geldi aklıma geçen gün, içiniz rahat olsun, burası da bir noktadan sonra ışıltısını kaybediyor. Abim de iyi. Nerede olduğunu bilmiyorum, sadece ara sıra gönderdiği adressiz mektupları alıyorum. Bilmek istersiniz diye düşündüm. Sizi çok seven, erkek saçlı kızınız.”
“Kuru götlü yeni nesil,” diye düşündüm, “bizi öldüresiye döverlerdi de gıkımız çıkmazdı.” Her neslin trajedisi ayrı olsa gerek. Kaç yıl oldu yüzlerini görmeyeli, hatırlamıyorum bile. Hayatta bir noktada herkesin kendini haklı gördüğü bir yer vardır, geri adım atmazsanız tüm köprüler yıkılır, yol ayrımları oluşur. Ne kadar güzel saçları vardı oysa, diye düşündüm. Önce lütuf, sonra lanet. Dünya bana da iyi davranmamıştı, fakat ben hiç de böyle tepki vermemiştim. Yoksa, çocuklarım ben değil miydi?
Sonra git gide yalnızlaşmaya başladım. Yalnızlaştıkça da huysuzlaştım. Boynumda taşıdığım kolye hem alevlendi, hem büyüdü, hem de kendini dayatmaya başladı. Kıpkızıl bir renge büründü zaman geçtikçe. Oysa, genç bir kızken ne kolye vardı ne sinir. Her şey berrak ve yol önümde bir ışık gibi uzanıyordu. Nerede bu karanlık ve belli belirsiz hapis gibi patikaya sürüklendim, ne oldu sahi?
Her şey soluklaşır, demişti kocam bir keresinde, en parlak, en keskin bıçak bile. Belki sadece neşemi koruyamadım, belki de neşemi korumama izin verilmedi, kim bilir. Belki bir noktada yanlış bir seçim yaptım, belki de ilk yanlış tercih hepten yanlış bir hayata sürükledi, bilmiyorum. Bir noktada mutlu olduğumu anımsıyorum sadece, belki de sadece mutsuz eden bir şey olmadığını. Onu koruyamadım, dünya baskın kaldı, yine yenildim, bu sefer kesin olarak.
Sonra hırslandım. O kaybettiğim noktaya dönmem gerekiyordu. Mutluluktan zaten geçmiştim, bari mutsuz olmadığım o yere gideyim, diyordum. Oysa yaşamın garip güdümünde, kaybedilene tekrar dönülemez, hem kaybeden hem kaybedilen değişir. İmkansız bir zaman yolculuğu için işime hırsla bağlandım, kimin ne düşündüğü umrumda değildi, hem hükümdar hem mahkumdum, hem usta hem çıraktım, hem başaracaktım hem de camdan zeminlerin hepsini kıracaktım, zaman böylece aktı gitti.
Paralarımı tekrar saymaya başladım, kısacık saçlarımda ellerimi gezdirdim, ben de saçlarımı çok severdim. Ya onlardan vazgeçecektim ya içimdeki hayaller kuran genç kızdan, ikisinden de vazgeçtim. Camdan zeminler de git gide sertleştiler, ilginç olan, tam da onları sevmeye başlamışken yok oldular. Önce lütuf, sonra lanet. Artık dikkat ederek yürümeme gerek yoktu, fakat iyice alışmıştım, başka türlü bir yürümeyi unuttum.
Boynumdaki gerdanlığı bir şekilde söküp atmam gerekiyordu, fakat artık çıkarsam da gören olmayacaktı. Paralarımı saymaya devam ettim.
Bir Cevap Yazın