Elli Yedinci Bab: Dua

Ey karanlık, beni aydınlat.

Dizlerimin üzerine çöküp, küçük kitabımı göğsüme bastırdım, her zaman ettiğim duayı içimden bir kez daha tekrarladım: Ey karanlık, beni aydınlat; ey sessizlik, beni cevapla; ey ölüm, beni yaşat. Kitabı narin bir kuş gibi usulca rafına yerleştirdim. Tam altındaki koltuğa oturup, hüngür hüngür ağladım. Belki de bu duaları duyan yoktu, belki acımı anlayabilen yoktu, belki bu koca gezegenler yıldızlar ve cansız maddeler evreninde, kayıtsız bir kaosun ortasında kendi başıma bırakılmıştım, kim bulabilirdi ki beni, henüz kaybolmamışken?

Adım Metis, “bilgelik tanrıçası” demek. Annem beni doğurmadan önce, bir kitapta adımı bulduğuna o kadar eminmiş ki, bütün mahalleye henüz doğmamış kızıyla gezip tozmuş da, birçok macera yaşamış gibi henüz başımızdan geçmeyen hikayeleri ballandıra ballandıra anlatmaya başlamış. Hoş, anlattıklarını hiçbir zaman yapamasak da, büyürken sürekli komşularımızda kalmak zorunda olduğum için, bana aktarıldığı kadarıyla hayallerimde çok günler geçirdim annemle. Ben doğduğum gün ölmüş, mahallenin ebesi bir türlü kanı durduramamış, annem fişi çekilmiş bir oyuncak gibi hareketsiz kalana kadar kanamış da kanamış. Sütte ne çok kan, diye fısıldadığını hatırlıyorlar sadece, bir ölü ve bir bebeğin çıktığı o lanetli odaya hala kimse girmez, bir uğursuzluk olduğu düşünülür, ev uzun zamandır kilitlidir. 

Ey karanlık, beni aydınlat. Çoğunlukla ışıkları gereğinden uzun açmaktan çekinirdim. O gün kimin evindeysem, bana bir oda verilmişse, uyudukları gibi ışığı kapatır, saatin kaç olduğuna aldırmazdım. Sanki yediğim yemek, yıkandığım su, beni aydınlatan ışık, giydiğim giysi… Hepsi derimin üzerine kırbaç gibi inen borçlar gibi gelirdi. Bir babam olsaydı ya da bir annem, o zaman rahatça ışıkları açık bırakır, duşta uzun uzun zaman geçirir, ikinci tabağı istemek için kıvrandığım halde bana verilmiş yatak görevindeki kanepelere aç uzanmazdım. Üzerime büyük gelen giysilere itiraz edebilir, ayakkabılarım vuruyor, diye sızlanabilirdim. Bunlar ailesi olanlara ait lükslerdi, bana hayatta yetinmek adında bir nimet verilmişti sade, onunla yatıp onunla kalkıyordum, sanki en iyi yaptığım şey buydu. 

Bazı evlerde kitaplıklar olurdu. Çekine çekine, onları incitmekten mi, zarar vermekten mi bilmem, korka korka açıp okurdum. Derslerimde iyidim. Elbette derslerimi takip edip, beni takdir edecek kimse yoktu, kötü olsam da kimse umursamazdı. Okuduğum kitaplarda en çok aileleri severdim. Hiç eksilmemiş, hiç ayrılmamış, hep bir arada ve zorluklara beraber göğüs geren büyük aileler. Ne çekici gelirdi, kendimi çocuklarından birinin yerine koyar, hikayedeki annenin peşinden gider, babanın kötü patronuna babayla beraber karşı çıkar, abinin aşk acısının beraber dindirirdim. Hem hiç ailem olmadı, hem birçok ailem oldu böylece. Nedense kafamdaki dünya dışarıdaki kadar gerçek geliyordu bana. Öyle olmadığını bilsem de, ısrarla okuduğum şeyler değillermiş de, gerçekten başımdan geçen şeylermiş gibi kulağıma fısıldayan bir ses vardı. O ses tek sabit dostumdu, onu da kırmaya cesaretim yoktu, onunla da yetinmek durumundaydım.

Ey sessizlik, beni cevapla. Gittiğim evlerde hem merhamet hem düşmanlık vardı. Merhamet, çünkü evsiz ve ailesiz bir kızın bakımını üstleniyorlar, onu koruyorlar, mahallenin emanetini devralıyorlardı. Düşmanlık, çünkü bu kız onların değildi, dolayısıyla aslında bakmak zorunda da değillerdi. Belli bir süre geçtikten sonra, ev hep sessizleşirdi. Bir “hoşgeldin kızım” ile başlayan neşeli misafirlik, eninde sonunda gergin sessizlik, ağır bir hava ve yüksek sesle alınan nefeslerden ibaret olurdu. Bir noktadan sonra evin annesiyle babası yerli yersiz kavga etmeye başlardı. En küçük hatalar, en büyük kavgalara dönüşürdü. Yanlış yerinden sıkılmış bir diş macunu, bir yere takılıp yırtılmış bir kazak, yanlış zamanda esnemek… Hepsi kavga nedeni olabilirdi. Çok dikkatli olmak gerekiyordu. Çünkü bir kere kavga edilmeye başlandığında, anlıyordum, beni başka birinin alacağı zaman gelip çatmış oluyordu. 

Bazen bir oda verirlerdi, bazen kullanmadıkları, sadece bayramlarda açılan soğuk salonlarında bir kanepeyi uygun görürlerdi. Dolapların köşelerinde, insanların eskilerinden bir kreasyonla, orada oraya savrulup durdum. Şikayetçi değildim, iyi insanlardı, bunu yapmak zorunda değillerdi. Fakat insan sürekli kalabileceği, ona ait olan, onun kararlarıyla şekillenen bir oda parçasına özlem duyuyordu istemsizce. Bir yere alışamıyordum, bir yere alışmaktan korkuyordum, bir yere alışmak bana yasaklanmıştı. Ev köşelerini, alışkanlıklarını, insanların düzenlerini öğrenip durduğum bir dairede başa dönüp duruyorum. Alışa boza bir yaşamı harcıyordum ev ev. Saçlarımı kendim kesiyor, tüylerimi kendim alıyordum. Kimse öğretmeden, izleyerek öğrendiğim şeyler olmuştu. Yemek yapabiliyor, ev temizleyebiliyordum. Belki de gittiğim evlerde kadınların yükünü sırtlandığımdan da beni seviyorlardı. Hem yük hem kolaylıktım. Hem yabancı hem onlardan biriydim. Arafları adımlaya adımlaya yürüyor, büyüyordum.

Ey ölüm, beni yaşat. Bir ölümle cana gelmiş, bir yaşamı ödünç almıştım. Kimse başımı okşamamış, kimse beni emzirmemişti. Kimse, “kızım bu böyle yapılır, bu böyle yapılmaz,” dememişti. Her şeyi izleye izleye, deneye yanıla öğrenmiştim. Kendimi hocam yapmış, kendimin önüne oturmuş, kendi kendime hayatın derslerini anlatmıştım. Yaralandığımda da, mutlu olduğumda da, üzüldüğümde de, yetinmiştim öylece. Kimse içinden gelerek, “nasılsın” diye sormamış, yine de herkes nasıl olduğuma sonsuzca önem veriyor gibi her gittiğim evde üzerime titremişlerdi. Hem ailem yoktu, hem mahalle kadar büyük bir evin tek çocuğuydum.

Bir noktada bu fasih daire beni yordu. Her eve taşıdığım çantamın içine diktiğim gizli cepten evimin anahtarlarını çıkardım. Son kaldığım evden usulca çıkıp yıllardır kilitli kapının önünde buldum kendimi. İçeri girdiğimde evin yerinde ev görüntüsünde çürümüş bir yapı bulsam da, eninde sonunda bana ait olana döneceğimi bilmenin getirdiği o kesin hisle içeriye girdim. Yıpranmış perdeler, paslanmış sandalyeler, çürümüş halıların arasından salondaki büyük kanepeye doğru seyirttim. Kendi evimde dahi olsam yatakta yatamazdım. Bedenim bir kere kanepelere alışmıştı. Kanepenin hemen üstündeki rafın üstünde sanki hiç bozunmamış gibi duran kitabın ilk sayfasını açtım. Annem bir dua yazmıştı ben doğmadan önce: Ey karanlık, beni aydınlat; Ey sessizlik, beni cevapla; Ey ölüm, beni yaşat.

 Henüz ilk sayfadan öteye geçemedim. 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: