
Taht öylesine parlak ve öylesine savunmasız duruyordu ki, gülümsedim.
Şehrin surlarına toplar inmeye devam ediyordu. Hanok sonunda bizim olacaktı. Bu, on yıllardır savaşa savaşa, yenile yenile, bilene bilene istenen şehir, sonunda düşmeye yüz tutmuştu. Askerlerin gözünden umut okunuyordu. Dedelerinin, hatta dedelerinin babalarının bile sahip olamadığı bir onura sahip olacaklardı. “Hanok Fatihleri” olarak anılacak, isimleri yüzyıllarca bir madalya gibi çocuklarının, torunlarının üzerinde yaşayacaktı. Meydan at kişnemeleri ve kılıç şakırtılarıyla dolmuş, herkes duvarda askerlerin geçebileceği kadar büyük bir deliğin açılacağı an için nefesini tutmuş, Hanok’un bu perişan son nefeslerini izliyor, bağırışlar birbiri ardına zaferi uluyordu. Hanok benim olacaktı, oysa oldum olası nefret ederdim bu şehirden, yine de kanım gönençle ısınıyordu, gururluydum.
“Bak Kahor,” dedi buruş buruş elleriyle elimi tutan babam, “kral olmak bir lanettir. İnsanlar kendilerinden bile sorumlu olduklarını kabul etmek istemezler. Koca bir ülkeden sorumlu olmaksa iyi insanlara göre bir şey değildir, olsa olsa lanetlenmiş birine nasip olur. Hayatın boyunca verdiğin her kararın yanlış, her emrin zulüm, her adımın cehennem olduğunu hissetsen de, soğuk bir taş gibi durmalısın. Kral pişman olmaz, cellat pişman eder. İlmekten kurtulan tek bir itiraz yoktur. Biri ölmüşse artık senin problemin değildir, tarihin derdi olur. Ben, öleceğim. Hanok, bana nasip olmadı, sana nasip olacak. İnsanları adaletle yönet, demek isterdim, fakat insanlar adaletten anlamazlar. Öyle bir zulmet ki insanlar benim zulmümü özlesinler. Senden sonrakine de aynı öğüdü ver. Böylece öldüğünde özlenirsin, yaşarken de isyan görmezsin.” Kafasından birbirine sarılmış iki yaprak şeklindeki tacı çıkarıp bana uzattı. “Kral Kahor,” dedi fısıldayarak, “ateşin yakarken, suyun söndürmesin. Ne yapacaksan tek seferde ve kesin olarak yap. Asla pişman olma.”
Önümde kıvranan düşman askerinin boynuna kılıcı sapladım. “Asla pişman olma,” diye fısıldadım kendi kendime, “sen Kral Kahor’sun.”
Surların dibinde tünel gibi koca bir delik açıldı. Kan kokusu almış piranalar gibi askerler doluşup Hanok’tan koparabilecekleri tüm eti koparmak için hızla hücum ettiler. Koca arazi birden ıssızlaşmıştı. Çocukken çorap örmeyi ne kadar da sevdiğimi hatırladım. O zamanlar öğretmenim olan Savaş Bakanı Marduk, “Çuvaldız tutan eller değil, kılıç tutan eller olmalı bu bedende,” deyip suratıma tokadı yapıştırmıştı, “şimdi üzülürsün, kral olduğunda da beni asarsın, fakat böyle yumuşak büyümene müsaade etmeyeceğim,” diye bağırmıştı davudi sesiyle, “bir vatansever, vatana rağmen vatanı korur. Bu da benim vatanseverliğim.” Asıldığında gözleri kıpkırmızı olmuştu, fakat yüzü gülüyordu, beni gerçekten sert biri yapmayı başarmıştı, canını kaybedeceğini bilmesine rağmen.
Atımı hızla sürüp delikten içeriye girdim. Hanok, düşmüştü. Çok büyük bir heyecanla beklediğiniz, nesillerce kral üstüne kral feda ettiğiniz bir şehri fethettiğinizde ne hissettiğinizi söyleyeyim: Boşluk. Ne yapacağımı tam da bilemeden bir oraya bir buraya gidiyor, kılıcımı savuruyor, öldürebildiğimi öldürüyordum. Yaşamaya layık olsalardı, onlar bizi öldürüyor olurdu, hayatın kuralı basittir.
Kralın büyük sarayına atımla girdiğimde, sağa sola kaçışan halktan insanları gördüm belli belirsiz. Tahtın etrafında ya da üstünde kimse kalmamıştı. Taht öylesine parlak ve öylesine savunmasız duruyordu ki, gülümsedim. Üstüne oturmak için iyice yaklaşıp atımdan indim. Üç adım sonra üstünde olabilir, Hanok’un ilk yabancı kralı olarak yüzyıllarca anlatılacak bir şanın sahibi olabilirdim. Tahtın yanına bırakılmış, yarısı örülmüş çoraba takıldı gözüm. Tacımı tahtın üstüne bıraktım. Çorabı alıp ilerledim. Yapmam gerekeni yapmıştım, başka bir hayalim yoktu, çoraplara geri dönebilirdim. Tüm zaferlerin sonundaki o boşlukta yürümeye başladım, elimdeki çorabı örüyordum bir yandan, krallığa da Hanok’a da lanet olsundu. En sonunda, ne anlamı vardı ki sahi?
Taç tahtın üstünde yeni kralını bekliyordu, Hanok düşmüştü.
Bir Cevap Yazın