Altmışıncı Bab: Sessiz Gemi

Dünyanın en soğuk yerinde yolculuk yapıyordum.

Geminin güvertesi iyice yıpranmış, yazık, yola ne hayallerle çıkılmıştı oysa. Şimdi yük konulan yerde sağa sola savrulmuş kasalardan toplanmış otuz kırk portakal, bir o kadar da elmanın insafına kaldı koca tayfa. Birbirlerine düşmanca bakıyor, acil bir durumda hangisini dövüp devirebilirim anlamında kesişmelerle dalgaların izin verdiği kadar ilerlemeye çalışıyorlar. Gemi sallanıyor. Dalgalar da insafsız gibi güverteyi tekrar tekrar döverek iyice imkansızlaştırıyorlar kurtuluşu. Buradan sağ çıkmak mucize olur.

Dolu bir erzak deposu ve güzel bir güneş altında yolculuk ne kadar da keyifliydi oysa. Herkes herkese dostça yaklaşıyor, birbirlerinin işlerini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar, şakalaşıp gülüşüyorlardı. Deniz ilerlememiz için gerektiği kadar hırçın, rahatça yolculuk edebileceğimiz kadar çarşaf, dostumuz olmak ister gibi uysaldı. Kendimizden emin ve rahattık. Bu yolculuk belki de yaptığımız en kolay yolculuklardan biri olacaktı, elbette, o ses duyulana kadar. 

“Sevgili Kahor,

Zamanın başlangıcından beri kaptanlar limansızdır. Gemilerine aşık, oyuncaklarına vurgun çocuklar gibi bir oraya bir buraya gider dururlar, onları yakalamak imkansızdır. Ne zaman Kabran Şehri’ne gelip gemine portakal yüklesen, ne kadar süreceğini hesaplar, ona göre planlar yapardım. Seni yitireceğimi bildiğimden her an güzel geçsin diye uğraşır, her saniyeye başka başka mutluluklar icat etmeye çalışırdım. Ben belki limanlardan biriydim, belki de tek limanındım, bunu kimse bilemez, fakat durmak… Durmak güzeldi, bana demir atman ve bende beklemen o kadar masaldı ki, bir varmış bir yokmuş birlikteliğimizin doğasını kabullenmemi sağlayan en önemli şey, bir gün bir var olacak olması ve yok olmayacağını hissetmemdi. Fakat Kabran’da artık portakal ağaçları yok, dolayısıyla gemiler de gelmeyecek, diyorlar. Demek ki bir daha burada durulmayacak. Bu yüzden içeride uyurken sana bu mektubu yazıyorum. Yarın demir alacaksın ve kim bilir hangi limana gideceksin. Ben Kabran’a portakallar için değil, benim için geldiğini düşünürdüm, oysa anlıyorum ki, ağaçlarla beraber seni de kesip attılar buradan. Eğer bir gün gemin yine demir atmak isterse, bir liman bulabilecek elbet, fakat limanda bekleyen biri olmayacak artık. Demir atmış öylece kalacaksın; portakalsız, ağaçsız, sevgisiz bir duruş olacak. Kimse saniyelerine mutluluklar icat etmeyecek. Bu yüzden, kendine iyi bak. Seni hep sevmiş olan, Metis.”

Rüzgar sert esiyordu. Hanok Şehri’nden çıktığımızda ne kadar güzelse, şimdi o kadar kötüydü hava.   Kabran’a varmamıza iki gün vardı, erzak bitmişti, deniz bizi öldürmek ister gibi hırçındı. Üstüne üstlük tayfanın tamamı açtı ve emirlere itaat etmeyi bırakın birbirlerini öldürmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. Karanlık ve gri gibi görünen denizin dalgalarından ileriyi göremiyor, dümeni rastgele bir yerlere kırıp duruyordum. Kaptan Kahor, ben, hayatımda ilk kez nereye gitmem gerektiğini seçemiyordum. Seçsem de varıp varamayacağım muğlaktı. Deniz soğuk, ışık soluk, dalgalar boğmak ister gibi yüksek, gemi ise bunlara dayanmak bir yana çatır çatır sesler çıkarıyor,  ansızın ikiye ayrılabileceğini muştalıyordu.

Birden gri fırtına bulutları ve kara dalgaların arasından güneşin geçebildiği küçük bir aralık gördüm. Yolculuğun ilk günlerine çok benziyordu. O kadar aksiliğe rağmen, gülümsedim. Denizde doğan, denizde ölür, ne bekliyordum ki.

“Ne kadar sıcaksın,” demişti elimi tutarken, “sanki sobayı elliyorum.” Bir gün, diye düşünüyordum, bir daha hiç yolculuğa çıkmam gerekmeyecek. Her Kabran’a gittiğimde, limanda onu beklerken gördüğümde, gözlerinde yine beklediği kişinin geldiğini, korkacak bir şey olmadığını müjdeleyen o bakışları gördüğümde; kalacağım, diyordum içimden.

Son gittiğimde küçük bir not bırakmıştım Metis’e

“Kalabalıklardan ve dalgalardan en uzağa,

Ağzının denizinden liman gibi sığındığım dudaklarına,

Kara ve uzun gözlerinden öte sığınak bilmediğimden,

Koca bir balina gibi yuvasına dalan bakışlarıma,

İnan.

Yine dönecek, 

Dönüşecek,

Demirlenecek,

Gemim kalbine.”

Beş metre yüksekliğinde gri bir dalga yine tokatladı güverteyi. Islanmak da sorun değildi, önümüzü görememek de, en kötüsü rotanın şaşmasıydı. Koca, sonsuz bir denizde, yersiz yönsüz ilerlemek, intihar demektir. Kabran, doğudaydı. Hanok, batıda. Şu an neresi batı, neresi doğu bilmek imkansızdı. Tek bildiğim Hanok’tan çıktığım ve Kabran’a varmak istediğimdi, fakat deniz düşman gibi döndürüyordu gemiyi.

Hava soğudu, buz kesti, dört kat giysimden içime doğru dolmaya başladı. Geminin orta yerinden gelen o çatırdama sesiyle anladım ki, ne Kabran ne Hanok, artık hiçbir limanın önemi kalmamıştı, burada kalacak, donacaktım, o yolculuğa hiç çıkmamak en iyisiydi. 

Dünyanın en soğuk yerinde yolculuk yapıyordum, gemim soğumuş bir kalbin izinde yitip gidecekti.  

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: