
Sen bir ceylan avladın…
Mektubunu yırtarken ne çok üzüldüm, fakat biliyorum ki yırttığım aşkın değildi. Yaktığım da. Evin önündeki bahçede, toprağın tozun arasında bir zamanlar kağıt ve mürekkeple anlamlanmış bir mektubun cesedi olan küller duruyor. Çiçeklerle mi konuşuyordur, kuşlara yem olmayı mı planlıyordur, kim bilir? Maddelerin kaderini ne sen, ne de ben bilebiliriz; biz kimiz ki?
“Sağ köpek, ölü aslandan iyidir,” diye başlamıştım yazmaya, “adım atamıyorum, diye bağırmak bile, adım atmamaktan yeğdir. Sen öyle sessiz sessiz, içinde savaşlarla, rüyalarından çaldığın silahları kuşanıp, kabuslarınla harp halindeyken, yitip gittim ben. Köşedeki koltukta cihan fethindeyken, sevgi ülkesinin yavaş yavaş bir devrimle yittiğini göremedin. Kaygılardan, krizlerden ve dikkat dağınıklıklarından bir devrim, adım adım yürüdü tahtına, artık kral değildin. Yine de bir ‘ben’ toprağını asla esirgemedim senden, hep sığınabileceğin bir ülkeydi içim. Her döndüğünde öylesine iyi ağırlandın ki, istediğinde girip çıkabileceğin bir ev sandın yurdumu, bir gün kapının kilit kilit durabileceğini hesap etmedin. En sonunda yüzünle kapım bir oldu, koridorlar ve eşikler kardeşin, dışarıda kalanlar eşin oldu, tahtsız ve bahtsız bir yola çıktın, gidişin bana beni öğretti.”
Derin bir nefes aldım. Bahçenin ortasında duran ağacın adını bir zamanlar “Tuba” koymuştum. Cennetteki ilk ağaç, yuvamdaki ilk ağaç. Şimdi düşünüyorum da, hayat dolu gözlerimle bu bahçeyi bir zamanlar olacağını sandığım haliyle görmek ne güzeldi. Meyve ağaçları, çiçekler, belki biraz süs. Oysa bir ağaçtan öteye hiç geçemedim. Hayallerim hayal olarak kaldı. Bu kadarıyla yetinmek gerekiyordu, ben kimdim ki bir bahçe dürecektim, güller ve meyveler için yeterince iyi değildim belki, tek bir ağaçtan ibaret olan o çıplak bahçeye tamah ettim, nedenini de tam olarak hiç bilemedim, neden çiçekler ekemedim kendi toprağıma?
İçeriye geçtim. Eksik. Ev ben gelince sanki bir eşyasına kavuşmuş gibi rahatlıyordu. Köşedeki koltuk, sanki sen üzerinde olmasan bile nankör bir izleyişle bana bakıyor. Kaç yıl oldu sahi? Kapıyı kilitlediğim o günden beri kaç zaman geçti, kaç mevsim eskidi, ben ne zamandır bahçeye çıkmamıştım?
“Bir gün kapıyı açmadım. Kilitleyip bekledim. Çaldı, çaldı, çaldı. Kulak asmadım. Köşedeki koltuğa, senin yerine oturup öylece bekledim. Sokağa bakan pencereden gelen siparişleri aldım. Yemeklerimi yaptım, televizyona baktım, içeride bir dünya kurdum. Önceleri kapı acı acı çalar, ben de bir noktada dayanamayıp açacağım sanırdım. Oysa, ruhun isteği bedenin isteğine üstün geldi, açmadım. Açmadıkça açmak da zorlaştı, dışarıya çıkmak da. Evden çıkmadan çalıştım, evden çıkmadan yaşadım. Evden adımımı dahi atmadan dünyaya karışmanın yollarını buldum. Kapı çalmayı bırakınca mektuplar gelmeye başladı. Sekiz kış geçti. Sekiz soğuk, puslu, bahçenin ötesini kardan göremediğim hissiz mevsim. Sıkıldım da, hasta da oldum, hatta bir noktada bu hapislik ağır bile geldi. Yine de yuvamı bırakmadım, bırakamadım. Mektupları tek tek okudum, yırttım, yaktım. Bahçeye bakan pencereden küllerini bıraktım. Çiçekler ve süslerle bezemek istediğim bahçeyi, kağıt yanıklarıyla doldurdum. Yılmadım. Gri bir duvar örmüş oldum böylece mektup mektup. Ev ile bir yaşam kurdum, başkasına yer yoktu, oysa koca koca odalar, bomboş bekliyorlardı.”
Bahçeye çıkıp, o derin nefesi aldığım an, eve geri dönmenin ne kadar anlamsız olduğunu anladım. Artık ev de bahçe gibi hissettiriyordu. Hayatım boyunca yuvam diyebileceğim bir yer aradım, belki on senedir aynı odada, aynı koltukta döndüm durdum, yine de aradığım yere varmadım. Belki kapıyı kilitlemeseydim, girseydin, çok başka bir hayatım olurdu. Bir yerlere gider, bir şeyleri görür, birileriyle tanışırdım elbet. Çiçekler ve ağaçlar alır, bahçeyi küllerle değil, güzelliklerle doldururdum. Fakat başka bir hayat hayali kurmak, nafile bir iç çekişten öte hiçbir anlama gelmiyor artık, on yıl yitti, yitirilmiş zamanlar geri geri adımlanamazlar.
O adımı atmasaydım, o nefesi almasaydım, belki bir on yıl daha kilitli kapının ardında dururdum. Oysa artık dışarıdan bir nefes almış ciğerlerim, içeride boğuluyorlar. Hiç sigara içmedim. Son gittiğinde koltuğun kenarında duran yarım paket sigara ve hemen üstünde duran kibritlere de dokunmadım. İçimde hınzır bir merakla, tam on yıl sonra, koltuğa oturup bir sigara yaktım. Ondan da bir nefes çektim. Bazı çiçekler nasıl ki tüm şartlar olgunlaşmadan açmıyorlarsa, ben de tüm şartlar olgunlaşmadan sigara içemezdim, bunu anladım. Üç dört kibriti birbirine yapıştırıp, bir hışımla yakmak için pakete sürttüm, ateşi izledim. Ve bıraktım, bahçeye çıktığımda evden aldığım nefesi bıraktığım gibi, yılların tozunu almak için bir gayretle kolları sıvamak gibi. Özgürlük gibi, evet, özgürlük gibi bıraktım elimden kibritleri.
Kapıyı bu sefer dışarıdan kilitledim. Mektupları yakarken çıkan dumanın birkaç kat büyüğü içeride yavaş yavaş yer yapıyordu. İnsan bazen evini yakmalı, sonra da çıkıp izlemeli. Bazı şeyleri ne gömmenin, ne unutmanın yolu vardır, en güzeli kül edip savurmak.
Üç sokak ötede bir kafede, önümde kırtasiyeden alınmış bir kağıt ve kalemle oturuyordum. Bir kahve istedim. Sana evin yandığını, koltuğunun kül olduğunu, mektubunu aldığımı, kısaca her şeyi anlatacaktım. Vazgeçtim.
Yine de bir şeyler yazıp bitirmem gerekiyordu, ben de yazdım:
“Sen bir ceylan avladın, elbet hayat da seni, bir ceylanla avlar.”
Bir Cevap Yazın