Altmış Üçüncü Bab: Aydınlık

Karanlıkta ne varsa…

Orman oldukça cömert. İçinde yaşadığım ev, içinde yaktığım odun, yediğim meyveler… Hepsi bu ormanın nimetleri. Ondan nasıl yararlanacağınızı bildiğinizde dünya size öylesine iyi davranır ki, şaşırırsınız. Bundan yıllar önce, Hanok şehrinde kaçıp bu nehir kenarında tek başıma yaşamaya karar verdiğimde, ne dünyadan haberdardım, ne nimetlerinden. Şimdi öğrendim ve anladım: Dünya onunlayken iyi olan, fakat karşı çıktığınızda dehşetle zor hallere girmenizi buyuran bir dost gibi aslında, dünyayla savaşında insan dünyanın tarafını tutmalı.

Buraya gelerek, böyle izole bir yaşamı tercih ederek, hem dünyayı seçtim hem ondan vazgeçtim aslında. Sabah kalktığımda gidip simit alabileceğim fırınlardan, meyveleri benim için toplayıp ayağıma getiren manavlardan, bir dala takılıp yırtılan pantolonumu götürüp diktirebileceğim terzilerden… Dostlardan, ailemden, sevgililerden… Sevgili…

“Doğanda kaçmak varsa, hiçbir yeri yurdun belleyemezsin. Ey Kahor, ey sessizlikten cevaplar, karanlıklardan aydınlıklar, sevgilerden düşmanlıklar aparan yüce insan. Sen Hanok’u terk ettin, sanma ki Hanok da seni terk eder. Değil Kabran’a, başka bir dünyaya dahi gitsen ettiklerin gelir bulur seni. İnsanla eşinden dostundan çok geçmişi konuşur, en gürültülü muhabbetler herkesin yataklarına çekildiği saatlerde, insanın kafasının içinde sürer durur. Aldığın ah… Hoş, bunu da önemsemezsin ya, neyse. Benim kalbimi kırmanı geçtim, kendi kalbini de bir benlik harbinde acımasızca biçip geçen sen değil misin? Seni sevmem için onca şey yapıp, onca şeye kıyıp, onca şeyden geçtikten sonra, vardığın yerde seni sevdiğimi gördükten sonra, beni seni sevmişliğimle bırakıp giden sen değil misin? Bu yapılı köy, bu seni sevmek diyarı, bu beni insanlardan ayırıp yalnız bıraktığın yerde, hiç mi yeni çiçekler açmayacak, yeni evler kurulmayacak sanıyorsun, karanlığı aydınlatmayı bana öğreten sen değil misin?”

Uzaklarda bir kurt uluyor. Nehir de bir başka çağlıyor bugün. Ay büyüdü. Birkaç mevsimdir böyle oluyor ara sıra; kurtlar, nehir, ay… Anlaşmışlar gibi üzerime oynuyorlar. Haklıydı, insan nereye giderse kendiyle gider, bizi bizden kurtaracak bir yolculuk da yok, ıssızlık da.

Bütün dünyanın sustuğu, geleceğin berrak olduğu, her şeyin yerli yerine oturduğu günler; ne yazık, şimdi sanki fethedilip kaybedilmiş bir diyar gibi gözüme uzak görünüyorlar. Oysa bir zamanlar, bundan mevsimler önce, evimin de yurdumun da belli olduğu, bu kadar kaçmadığım, bu kadar saklanmadığım bir hayat ihtimali gözümü kamaştırmıştı, bana ne oldu?

“Suyumu kana kana içip, benden yararlanabileceğin kadar yararlanıp, gizli yaralarımı dahi öğrenip gittin buradan. Bu sessizlik beni bir ses çıkarmaya, bir cevap aramaya, başka bir ses bulmaya iter sanıyorsan… Yanılıyorsun. Suskunluğun bana sessizliği sevdirdi. Cevaplar verip sorular sorma mevsimleri geçip gitti, şimdi senin gibi, hayatı bekleyip görmek üzerine bir yol belledim; yokluğun bana beni öğretti. Cimriyken cömert oldum belki, kızgınken durgun, Sabırsızken bekleyen… Kendimi boşlukla yoğurdum, boşluğu boşlukla yoğurdum, sonra tüm bu boşluğu alıp, bütün boşlukları… Yine boşlukla doldurdum. Eylemsizliğin de eylem olduğu, sessizliğin de cevap olduğunu gördüm; dingin, mutsuz sabahlarda yüzümü okşayan bir el olmadan gülümsemeyi öğrendim, bu boşlukla dolmayı, bu boşlukla doldurmayı belledim, unuttum ellerini.”

Odun kesmekten lime lime olmuş ellerime baktım. Ellerimin yumuşak, güzel, biçimli olduğu zamanları düşündüm. Yüzük parmağımda belli belirsiz, şerit gibi bir iz vardı. Kulaklarımın her seste irkilmediği, kaslarımın bu kadar tetikte olmadığı, dünyaya bir başka güvendiğim bir geçmiş vardı. Ormanın içinde ormanı tükete tükete, ağaç ağaç bitire bitire yaşıyordum; bir noktada ağaç kalmayacak, orman da bitecekti; bir noktada dünya da bitecekti, o zaman nereye kaçacaktım?

“Kurduğum hayalleri işlediğim gizli defterimi de attım, bana yazdığın süslü kelimelerle bezeli mektupları da, sözlerin hükmünün ancak kişinin kalbi kadar güçlü olduğunu belledim. Bana söylediğin, zehirleyen, beni günden güne başka birine bulayan, affettiğim o yalanlarını dahi yırtıp atabildim bir kağıt gibi. Bir unutuş nehrine hatıra masalları anlattım günlerce, öyle düşünüyorum, şimdi nehri de masalları da unuttum, yaktığım ateşin yüzümü yalayan o yarım yamalak hissi kaldı, o da gider elbet. İnsan ulaşamadığının hayalperesti, ulaştığı her şeyin ilk nankörü değil mi? Masalların iyi bittiği o noktadan sonrası da varmış, tüm hainler hain olmadan bir an önce fanatik değil midir, zehir panzehirsiz olur mu, sevgi bizi bir zamanlar dehşetle mutlu ettiği için, şimdi böylesine zulüm edip canımızı yakmıyor mu? Sözler bir noktadan sonra anlamsız seslere, tüm tanıdıklar bir noktadan sonra gözümüzün ısırdığı yabancılara yürümüyor mu, tüm diyarlar terk edilmek için, her küçük adım veda etmeye; her küçük göz kaçırış, bir noktadan sonra terk edip hiç görmemeye varmıyor mu? Senin şimdiki yalan mutluluğun, beni zalimce üzmen, bir noktada bitmez mi sanıyorsun, her beş metrede bir zalimle kurban değişmiyor mu, dünya dönmüyor mu, hep böyle mi kalır bu günler sanıyorsun?”

Kulübeye girip, kapıyı sessizce kapadım. Dallardan yaptığım derme çatma süpürgeyle içeriye kaçan böcekleri süpürüp dışarıya attım. Günlerin hep öyle kalmayacağını, bu sonsuz özgürlüğün bir noktada beni prangalayan, kimseyle dost olmamamı muştalayan basit bir yalnızlığa iteceğini, insanın her istediğini ancak ormanın ortasında, gözden uzakta, yarım yamalak bir bilgiyle yapılmış tahtadan bir kulübenin içinde yaşanabileceğini elbette biliyordum. Neden böyle olmuştu ki?

“Zamanın küçük dişleriyle o güzel gözlerini de, ellerini de yiye yiye bitireceğini, yılların sana da herkese davrandığı gibi cellatça davranacağını, güzellik diyarının hiçbir sakininin yaşlılık yurdundan geçmeden yolculuğunun bitmediğini ne çabuk unuttun. Elleri ve ayakları tutmayan bir dedeye döndüğünde, heybende sadece kırdığın ve hayatından geçtiğin insanlardan bir albümü taşımak hiç mi canını yakmaz sandın? Yirmi yılın bir an gibi, bir anın yüzyıllar gibi hissedildiği bu yalan ruhlar diyarından sonra, yücelerden yücesi bir yurtta mahkeme toplandığında, cevaplarını kimsenin dinlemediği biri olmayı, nasıl böylesine basit bir ülkü belledin, kendine ne yaptın Kahor? Neden böylesine hoyrat bir hayatı seçtin?”

Taştan bozma şömineye odunları atıp yaktım. Ateşi izlemeye başladım. Odun küle yürür, sevgi düşmanlığa, insan ölüme. Şimdi şehrin içinde bir evde, beni bekleyen çocuklarım, eşim, dostlarım… Bunların hepsi ne de güzel geliyor şimdi gözüme. Tuzaklar gibi gelen şeylerin hediyelere döndüğü o aklın anları ne garip. İstediğimi yaptım, hepsinden kurtuldum, ihtimalleri odunlar gibi yakıp küllere yürüttüm, fakat neye mal oldu bu? Bir yaşamı tek başıma, kuralsız, dairesiz, prangasız geçirdim; yine de lime lime olmuş ellerime bakıyorum da, bu kadar soğuğa değdi mi bu savaş, bu kadar bedel sonrasında, cidden, nereye vardım ben?

“İzsiz, yolsuz, amaçsız bir yaşamda savrulmayı seçtin. Kime gitsen sevgiyle, nerede dursan hürmetle karşılanırsın, hayatta her yerde bir tas çorba bulur, bir yarım gülüşle karşılanırsın sandın. Beni görmeyi de, kendini göstermeyi de sakındın. Anlaşılmak ister gibi görünüp anlaşılmaz laflar ettin, anlamak ister gibi görünüp kulaklarını tıkadın, görmek istiyorum derken gözlerin kısık, aklın kapalı, kalbin kendinle doluydu. Bencilliğini naz, tembelliğini yorgunluk, insanları önemsememeni kendini sevmek sandın… Yanılgılarını doğrularmış gibi, sözlerini gelip geçici hevesler, aşkı da sonsuz bir kuyudan her istediğinde çekebileceğin sonsuz bir kaynak gibi gördün. Oysa şimdi, her neredeysen, her kiminleysen, her nerede arıyorsan… Ancak tuzlu su gibi içtikçe kurutan duygularla boğuşuyorsun. Bir daha hiç, diye fısıldıyorsun kendi kendine, bir daha hiç, hiçkimse açmayacak kapılarını. Tüm kapıların ardında misafirlik, tüm yurtların içinde vahalar, tüm göklerde seni bekleyen yağmur yüklü bulutlar var sandın, oysa çöllere yazgılı kaderini değiştirmeye çalışıyordum.”

Yatağa uzandım. Tahtadan, rahatsız, içini yapraklarla doldurduğum bir yastık ve yorganla yaptığım, yataktan başka her şeye benzeyen soğuk yatağa. Gözlerimi kapadım, uyumak istiyordum. İçimden bir ses, dudaklarımı büzüyor, “keşke,” gibi bir şeyler demeye çalışıyordu. Onu susturdum. Bu yolu ben seçmiştim.

“Unutma Kahor,” yazıyordu mektubun sonunda, “karanlığını aydınlık belledin. Oysa karanlıkta ne varsa, aydınlıkta tam da o vardı.”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: