Altmış Dördüncü Bab: Karanlık

Aydınlıkta kal…

Yaktığım küçük ateşin yüzümü yalayan sıcaklığı ne hoş. Geceler ne kadar da soğuk, yaz geceleri bile. Üstümdeki kalın örtüye biraz daha sarılıp, yeni doğan güneşin aydınlattığı ovaları izliyorum. “Bu gece de sabaha çıktı,” diye fısıldıyorum, “zor oldu, fakat çıktı.” Gözleri kapalı, ayakta uyuyan at, sanki izin versem yüzyıllarca orada bir heykel gibi duracak gibi geliyor. O kadar zamandır benimle yolculuk ediyor ki, bakışlarından, ayaklarından birini hafifçe geriye doğru atmasından, bir baş çevirişinden dahi ne istediğini anlayabiliyorum; elbette her şey gibi, bu karşılıklı bir tanışma hali, o da benim ne istediğimi biliyor.

Günleri saymayı bırakalı çok oldu. Kaç gece sabaha çıktı, kaç gece sabaha çıkmayacak sandım, kaç gece korkunç seslerle uyuyakalmışken çıkmasa da olur, diye düşündüm, bilmiyorum bile. Kaçtığımda bu kadar uzun değildim, ata zar zor binebiliyordum. Şimdi güçlendim mi, uzadım mı, alıştım mı nedir, biniveriyorum hemen. Gün gün geziyoruz Kabran’ın topraklarında. Köylerde durarak, gecelerde dinlenerek, ovaları izleye izleye. Belime bağlı kınının içindeki keskin kılıç, gövdeme bağlı kafamın içindeki keskin zeka ve gövdemin içinde göğsüme bağlı keskin kalbimle; ben, Metis, bu insansız yolculuğu sürdürüp duruyorum. 

“Hayat,” demişti ilk sahibim, “sana iyi davransın diye beklediğin, fakat sürekli seni döven bir eşe benzer. Huyuna gittikçe yaraların büyür, tersine gittikçe hırçınlaşır. Bir şey yapmazsan da döver, haddinden fazla şey yapsan da. Bu yüzden ne zaman sessiz kalacağını, ne zaman konuşacağını; ne zaman peşinden gidip, ne zaman bırakacağını bilmen gerekir.” Gülümsemiştim. “Peki,” demiştim küçük bir kızın o masum sesiyle, “bunları ne zaman yapacağımı nasıl bileceğim?” Yaşlı bir adamın balgamlı kahkahasıyla sarsılmıştı tüm gövdesi, “Çok basit,” demişti, “Durgunlaştığında harekete geçecek, sessizleştiğinde konuşacak, durur gibi göründüğünde koşacaksın.” 

Ne babacan bir adamdı oysa. Boynunu boydan boya yaran hançere hiç şaşırmış gibi bir hali yoktu. Kaplan evcilleştirmeye çalışmanın en bilindik riski ısırılmaktır. Bunu en salak canlı bile bilir. Bazı hayvanlar tasmayla uslanmaz. Hoş, açlıkla yola gelmeyecek canlı yoktur, bunu da diğer sahibim öğretmişti. 

Üçüncü ve son sahibime verildiğimde on altı yaşındaydım. Ev ev gezmekten yorulmuş, Babel’in yarısını gezmiş, çok şehir görmüştüm. Artık yolculuklar da, şehirler de, insanlar da şaşırtmıyordu beni. Sanki bir kara parçasından diğerine, bir taş parçasından diğerine ve bir insan parçasından diğerine yol alıyordum sadece. Tek değişen seslerdi. Şehirlerin de, evlerin de, insanların da kendine has sesleri var. İyi dinlerseniz kendileriyle alakalı tüm sırları önünüze seren sesleri, bir de can sıkan, boğan, sıkıştıran sessizlikleri. 

Üçüncü sahibime aşık olmuştum. Sesi boğuk, çatallı, dedikleri insanı mest eden bir ahenkte ve hiç boğar gibi değildi. “Özgür olmakla tutsak olmak arasındaki tek fark,” derdi, “tasmayı tutan eldir. Efendi köle olmadan efendi değildir, köle de efendi olmadan köle. İnsan sırf kendini bilmek için dahi kendini bir başkasının boyunduruğuna bırakabilir, sonra da karar verir; onu kabul mü edecek, yoksa kaderine baş kaldırıp başka bir boyunduruğun peşine mi düşecek? Benim boynumdaki ipin daha ince olması, boynumda bir ip olduğu gerçeğini değiştirmez, herkes aşağı yukarı birinin kölesidir.”

Görünmez güçler var, diye düşündüm. Güneş alnımın çatına vuruyordu yine olur olmaz. Yaz geceleri ne kadar serin ve katlanılabilirse, bu mevsimin öğleleri de bir o kadar katlanılmaz ve saçmaydı. Terlemek bir yana, hayatı boyunca terlemek ne bilmeyen bu at bile, yazın yürümekten nefret ediyordu. Öyle yapış yapış bir sıcak vardı ki üstümden akan, eriyip ölsem rahatlayacaktım sanki. Atı gölge bir yere götürüp, ağaca bağladım. Çok uzaklaşmadan mataradaki suyu içip, biraz da uyuyabilmek için başka bir ağacın gölgesine uzandım, böyle böyle güneşin yakışından kaçacaktım belli ki.

“Görünmez güçler var,” demişti ellerini saçlarımda gezdirirken, “bizi birbirimize ve başkalarına bağlayan. Bir tür çekim mi, denk geliş mi, aynı anda bakış mı? Bir tür tanışmayı ve ayrılışı muştulayan, bizi bize öğreten, bizim bizimle alakalı bilinmezlerimi yüzümüze hunharca vuran güçler. Bunlar görünür olsun diye, sırf biraz daha aydınlıkta kalsınlar diye uğraşır dururuz. Eninde sonunda insanın tüm yaşamı bu güçlerin elindedir. Ne yaparsan yap kaçamazsın. Gün doğar, karnın acıkır, hiç olmayacak sandığın bir ışık hareketi ansızın gözünü alır ve kendini birden bire dağların ortasında, ovaların uzağında, evleri ve insanları terk edip gittiğin bir noktada bulursun. Nasıl başladığını bilmezsin bile, neden öyle olduğunu bilmezsin, kendini hayatın bir noktasında, her şeyden uzakta bir kara parçasında, öylesine bırakılmış bulmanı sağlayan da bu güçlerdir en nihayetinde.”

Haklıydı, görünmez güçler var. Haklıydı, onu öldürememiştim. Oysa, diğer iki sahibimi sanki doğalmış gibi biçerken elim bile titrememişti. Dağlara kaçacağımı, ovaları izleyeceğimi, yılların böyle geçeceğini bilir gibi konuşmuş, sonunda gerçekten de bunlar olmuştu. O dediği için mi olmuştu, yoksa cidden bir şeyleri önceden gördüğü için mi söylemişti? Kim bilir. Yine de karanlıktan korkup, sadece ışık varken uyuyabildiğimi ilk o sezmiş, bana kutularca mum almış, beni karanlıkta bırakmamak için canla başla çalışmıştı. Fedakar bir adamdı. Onu öldürememiştim, onu öldüremediğim için kaçmıştım. Hem onu öldüremeyip, hem kölesi olarak kalamazdım, ben o insan değildim.

Güneş batmaya başladı. Ateşi yakmanın zamanı geldi. Sürekli gece oluşunda ve benim karanlıktan bunca korkuşumda komik bir şeyler var, fakat bir türlü eğlendirmiyor. Sürekli yanımda taşıdığım çakmak taşını çıkardım, kuru dallardan ve yapraklardan küçük bir tepe yapıp, taşları birbirine vura vura yaktım. Daha sonra büyük odun parçalarına sıra geldi, üst üste koydum. Gece boyu beni aydınlatacağına emin olduğumda rahatladım. 

“Karanlıkta ne varsa, aydınlıkta o vardır,” derdi, “bu denli korkman ne saçma.” 

Oysa anlamıyordu. Aydınlık, insanın başka şeyleri gördüğü, başka şeylere bakabildiği, bedeninin dışında bir dünyayı sonsuzca algılayabildiği bir haldi. Karanlıkta insan içine dönüyor, bedeninin ötesine bakma şansı kalmıyor, sesler kesiliyor, insan içindeki seslerle baş başa kalıyordu.

Ne yaptın sen Metis? Ne yaptın sen? Ne yaptın, nasıl, neden, nasıl?

Kan sesleri, gırtlaklardan çıkan o derin kesikten sızan nefesin boğuluşlarının kulağı dehşetle dolduran, yapış yapış bir sıvının akışını hatırlatan uğultuları, aklımın içinde dönüp duran cümleler… Karanlığımla kalmak istemiyordum. Belki ata binip onu sürecek kadar güçlüydüm. Dağlarda tek başıma gezip, ovalara bunca uzak olacak kadar güçlüydüm. Kölelik ettiğim herkesi öldürüp, kendi efendiliğimi ilan ettiğim bu yalnızlığı hayat gerçeği yapacak kadar güçlüydüm. Fakat karanlık… Karanlık her şeyden daha güçlüydü, sessizlikten bile. Karanlığımdan çok korkuyordum, aydınlığımda kalmalıydım. Tıpkı onun dediği gibi:

“Aydınlıkta kal, Metis, senin karanlığınla güneş bile baş edemez.”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Comments (

0

)

%d blogcu bunu beğendi: